Sayfa 19/21 İlkİlk ... 15161718192021 SonSon
408 sonuçtan 361 ile 380 arası

Konu: Söylemesi zor, yazması ise daha kolay..

  1. #361
    Gizem T.
    GaladrieL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    18/03/2007
    Yaş
    43
    Mesajlar
    2.035
    Nereden
    Ankara
    Rengi
    Egzotik Kırmızı
    Edilen teşekkür: 332

    Standart

    "O KADAR HIZLI GİTTİK Kİ, RUHUMUZ GERİDE KALDI"

    Bir filmde seyrettim;
    genç ve güzel bir kadın Paris'te bir cafe de bir erkeğe anlatıyordu. O da anlattıklarını bir dergide okumuş;

    Meksika'da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor.Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.
    Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola sonunda tepenin üstündeki görkemli Inka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor,
    "Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?" Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki;
    "Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik..."

    Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "niye" ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor Inkalar'in yaşlı torunu. Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz.

    Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz... Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.

    Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayati iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.

    Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp, çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

    Milan Kundera "yavaşlık" adlı kitabında; "yavaşlık hep aldatır, hızlılık ise unutturur" diyor. Telefon hızlılık mesela, konuşulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır.

    Ben kendi adıma her zaman yavaşlıktan yanayım. Mesela uçaklardan hiç hoşlanmam, yeni bir şehre, yeni bir iklime hazırlanmaya, hatta hayal kurmaya bile vakit bırakmıyor bana. "Küt" diye başka bir hayatın içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüşler, daha ayrılığın hüznünü bile yaşamadan İstanbul'da olmak sahiden de çok tatsız.

    Tabii ki ruhumun beni terk edip oralarda kalması da çok normal. Oysa trenler karanlık geceyi yırtan keskin düdüğü, uykuda olanlara yolculuk düşleri gösteren kara trenler...

    Dağları bölen, nehirlerle yarışan, köprülerden geçen, ağaçları selamlayan, çocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmişin hüznünü, geleceğin umudunu yaşatan, yolcularına yepyeni dostluklar hazırlayan kara trenler var bir de. Uçak değil, tren olmak istiyorum. Böylece ruhum benden hiç ayrılmaz. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip
    ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.

    Aceleye ne gerek var? Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü, hızlı ya da yavaş... Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da.

    "" Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda... ""

    Can DÜNDAR
    ..an extensive current of wind, rushing great velocity and violence..

  2. Bu mesajı için 6 kişi GaladrieL'ye teşekkür etti:


  3. #362
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    BİR YUDUM MUTLULUK
    yılları serdim gözlerine,kovdum karanlık akşamları.bir yığın acı ve kederden koşuyorum uzak gecelerden.işte sensiz gecelerden bir gece.şu deli divane gönlüm şaha kalktı yine,artık yaşıyorsam ben senin için.sen olmayınca yanımda hayatın bir tadı yok benim için.gün sayıyorum ben hani asker misali tezkereye az gün kaldığı zaman şafak sayarlar ya onun misali bende şafak sayıyorum sana kavuşacağım ana.
    oysa senden tek bir şey istiyorum.
    biraz umut,gülen bir çift göz,biraz sevgi işte hepsi bu kadar.
    oysa sana verebileceğim çok şey olacak.düşüncelerimi verecektim,hayaller canlandıracaktım senin için dizi dizi.gül bahcelerinde gezecektin bir an,ap ak bulutlardan kanatlar takacaktın.
    gökyüzünün maviliğinden tüller giydirecektim sana mehtapta.
    taki akşamın alaca karanlığından sabahın şafağına kadar.bambaşka düşler verecektim.
    en tatlı pınarlardan su içecektin,rüzgarlarla savrulan simsiyah saclarının her teline bembeyaz papatyalar takacaktım inan en yüce sevgilerden bahsedecektim sana sevdaların doruğunda bir lale kadar masum bir ceylan kadar ürkek tapılacak kadar sevilmeye değer olacaktın.
    istediğim tek şey biraz umut biraz sevgi.
    bir tatlı bakış gülen bir yüz biraz sevgi verebilirsen bana bu mısralar kadar kısa.
    en yüce sevdalardan bahsedebilirim sana.
    istediğim tek şey biraz mutluluk biraz sevgi.

  4. Bu mesajı için 5 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  5. #363
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    sevgiye hasret
    kücük kız annesiyle yürürken birden durdu yağmur damlalarıyla ıslanan gözlüğünü cıkararak baktığı şey babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız cocuğudu bisikletin arka tarafındaki minder üzerine oturan kız düşmemek için babasına sarılmış soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı adamın arasıra yana dönerek söylediği sözler küçük kızı kıkır kıkır güldürüyordu
    kaldırımdak kız bisikletin arkasından bakarken annesi durumu fark edip
    evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde diye cıkıştı ama eyer beyendiysen baban onuda aldırır
    kücük kız yumuşak bir sesle
    bisiklete değil kıza bakmıştım dedi babası o vaziyette bile kendisi ile sohbet ediyor da....
    annesi kücük kızı duymamış gibiydi onun kürklerle dolu şapkasını düzeltirken
    arkadaşların bu havada bile yürüyerek gelmiyor dedi halbuki baban işe giderken de olsa birkac dakikasını ayırıp seni mercedes'iyle getiriyor
    kızın gözü yine bisikletteydi kadın alaycı bir ifade ile
    istersen baban da seni bisikletle getirsin diye devam etti ne güzel yakışır öyle değilmi
    küçük kız inçi taneleri gibi süzülen göz yaşlarını annesinden saklamaya calışırken
    çok isterdim diye cevap verdi belkide böylelikle BABAMA sarılırdım.....
    Konu Yalın tarafından (17/12/2007 Saat 02:08 ) değiştirilmiştir.

  6. Bu mesajı için 5 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  7. #364
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    sevgiliye mektup
    senin sesine uyanmadığım bir sabah, sensiz yediğim üç öğün yemek,telefona kapıya sen diye koşmadığım, seni hayal etmediğim bir gün, seni hayal etmeden yattığım bir akşam, ayak sesini duymadığım gölgeni görmediğim sokaklar ve bir gece sensiz dalmak uykuya. seninle bölünmeyen bir uykuya seninle dolu olmayan düşler seni anmayıp ve anımsamadığım bir 24 saat düşledim yinede başaramadım.
    görsen şu an ne kadar çaresizim.
    yaşantım tutsak oldu sana gözlerine vurgun.sevgine hasretim, her öğün yediğim yemek kadar teneffüs ettiğim hava gibi muhtacım sana.bir ara yalnızlığına alışır gibi oldum lakin unutamadım.adını mıh gibi caktım aklıma. artık içimdeki fırtına dönüştü kasırgaya hasretim sana.
    düşünürken beynim ağlarken gözyaşımsın yatarken yaprağım öperken dudağım sevincimsin üzüntümsün ümidimsin her şeyimsin ışıtan güneşimsin üşüten soğuğumsun beni hayallere bağlayanımsın seni düşlerimde gördüğüm beni benden çalan sevgili bir tane hırsızımsın..

  8. Bu mesajı için 4 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  9. #365
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Ben Bir Mustafa Kemal'im
    İzindeyim Atatürk’üm
    Tek benzemez şu cemalim
    Her şeyimle ben bir Türk’üm
    Ben bir Mustafa Kemal’im

    Hep bağlıyım ben bu anda
    Hür yaşarım bu vatanda
    Gücüm damardaki kanda
    Ben bir Mustafa Kemal’im

    Laik cumhuriyetçiyim
    Halkçıyım milliyetçiyim
    Hep hürüm hürriyetçiyim
    Ben bir Mustafa Kemal’im

    Anadolu elindeyim
    Tüm dünyanın dilindeyim
    Atatürk’ün yolundayım
    Ben bir Mustafa Kemal’im

    Vatan birdir kimse bölmez
    Türke düşman asla gülmez
    “Mustafa Kemal’ler ölmez “
    Ben bir Mustafa Kemal’im
    Mustafa Dilki

    alıntı

  10. #366
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Sitem Ederim,
    Ümitle başlayan dost sohbetleri
    Ümitsiz bitince sitem ederim,
    Dost için harcanan tüm saatleri
    Kıymet bilmeyince sitem ederim.


    İyi günde çokmuş seni anlayan
    Kötü günde yokmuş seni arayan
    Anladım kalmamış dosta ağlayan
    Gönül Dostlarına sitem ederim.


    Dostlar meclisinde maddiyat olmaz
    Temeli manevi duygu kaybolmaz
    Gönül Dostlarının çiçeği solmaz
    Çöllere düşünce sitem ederim.


    Mazi denen geçen günler özlenir
    Aslında o mazi bizde gizlenir
    Kalpten kalbe manevi yol izlenir
    Tahrip edilince sitem ederim.


    Unutmayın dostu unutanları
    Yüreğe yazılan o anıları
    Feryadi’den dosta tüm saygıları
    Gelmedi denince sitem ederim.


    15.04.2003
    Ali Osman Feryadi

  11. #367
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    hayırdır kimse uğramaz oldu
    söylemek gibi yazması da zor galiba canlanın biraz

  12. #368
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Affet BabacıığımEvliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve 'Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak' diyerek rest çekti.

    Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can 'Baba ben de seninle gelmek istiyorum' diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

    Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına 'Baba nereye gidiyoruz ?' diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti.

    Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can 'Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim' diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında 'Beni affet baba' diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu 'Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet' diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
    Anonim adlı yazardan alıntı

    'Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum
    alıntı
    Konu Yalın tarafından (27/12/2007 Saat 00:26 ) değiştirilmiştir.

  13. #369
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    hadiyin kimse yazmıyor her hal
    Konu Yalın tarafından (27/12/2007 Saat 00:27 ) değiştirilmiştir.

  14. #370
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Ağladığımda Mendilim OlDün yine gökyüzünün masmavi görkemi ve hayalini çizdiğim bembeyaz bulutlarının altında seni bekledim. Uzaklarda gülümseyen gökkuşağının renkleri içinde aradım seni, yoktun. Yokluğun, bir canavarın dişlerinde yüreğimi kemirip duruyor. Yokluğun cehennemim, yokluğun zifiri karanlığım, zindanım oldu. Belki, bir köşeden çıkıp gelirsin diye bütün gün seni düşleyip, gözlerim ufukta, kucağım dolu sevgi, yüreğimde binbir umut yeşertip ve ölesiye bir özlemle bekledim seni, gelmedin... Seni ne kadar özlediğimi bilmiyorsun. Bir bilsen seni ne kadar çok özlediğimi; dağları, tepeleri aşar, denizleri, ovaları devirip gelirdin bana...

    İçim özleminle nasıl dolup taşıyor, özleminle nasıl tutuşuyor bir bilsen. Yüreğimin bütün bentleri paramparça sensiz. Şimdi yüreğimin her kıyısından özlem sızıyor. Yüreğime de söz geçiremiyorum artık. Biz bu dünyada seninle çıkarsız, yalansız, hilesiz hesapsız sevdik birbirimizi.. Yüreğimizin bembeyaz tuvaline maviyi fonlayarak ve aşkın da kıpkızıl resmini de çizerek; insanları, kuşları, dağları, çiçekleri, suları da öyle hilesiz sevmiştik.

    Biz seninle bütün engellere rağmen, bitmez tükenmez bir azimle sevginin doruğuna erişmek için tırmandık hayat yokuşunu. Ve bitip tükenmeyen bir aşkla sevdik birbirimizi. Biz seninle uzak dağ başlarına yazdık umutlarımızı. Denizlere, dalgalara, fırtınalara, acılara, korkulara, uçurumlara yazdık sevdamızı. Biz seninle kanatları sevdalı iki güvercindik mavi göklerde. Kanat çırptıkça yükseldik sevdalara, yükseldikçe sevdalara avcılar düştü peşimize.

    Zamanın acımazsızlığına, aramızdaki mesafelere, etrafımızdaki çirkinliklere, günübirlik aşklara, saldırılara, satılık sevgilere rağmen, biz yine de yüreğimizde hiç sönmeyen bir yangınla özledik birbirimizi, en kutsal aşkla sevdik, kirletmeden umutlarımızı bekledik...

    Senden ayrılalı günlerin, ayların, yılların nasıl geçtiğini bilemez, hesabını tutamaz oldum. Her seher uyanınca dağların esen rüzgarlarına açıyorum penceremi, o ölümüne özlediğim kokunu getirir diye. Bir nebze de olsa dindirir yada söndürür diye yüreğimdeki özlemin ateşini...

    Her gece menekşe rengi gözlerini demledim hayalimde. İpek saçlarını, sevdalı gülüşlerini, inci dişlerini demledim. Ne çok severdin yayla yollarında türküler söylemeyi, ellerimi avucunun içine alıp, başını göğsüme dayamayı. Şimdi her gece, insana hayat veren ve yüreğime nakış nakış işleyen sevda sözlerin dolaşıyor kulaklarımda , paylaştığımız ümit dolu tatlı hayalleímiz.

    Yılmak yoktu bizim için bu yolda. Ağlamak, sızlanmak yoktu, geriye dönmek hiç yoktu. Zordu, çetindi bizim sevdamız ama her şeye ve çekilen tüm acılara değerdi. Sabır diyordun. Sabrı, ümit etmeyi, sevmeyi, zorluklara karşı direnmeyi de senden öğrenmiştim. Konuşurken insanın yüzüne dosdoğru bakmayı, dürüst ve namuslu bakmayı, merhameti, acımayı, insan gibi düşünmeyi senden öğrenmiştim. Senden öğrenmiştim sevdalara türkü yakmayı...

    Şimdi Ren nehrinin kıyısında dalgın bakışlarla dalıp dalıp gidiyorum uzaklara. Gökyüzü masmavi ve saatler yorgun bir su gibi akıp gidiyor gözlerimde.. Ufka, gökmavisinin kızılla birleştiği o ince sıcak ve yumuşak çizgiye bakıyorum. Bir kuş gelip konuyor saçlarıma, yüreğimi ipekten kanatlarına sarıp sana gönderiyorum...

    Seni düşünüyorum. Seni düşünmek gökyüzü olmak gibi bir şey bazen, ya da rotası belli olmayan bir gemiye binip, yeni iklimlere yelken açmak gibi. İnsan olmayan bir adada inip, Robinson gibi insansız bir yaşam kurmak istiyorum. Ve o adada bir ömür yalnız seni beklemek istiyorum...

    Saatler su gibi akıp gidiyor. Bir gemi yanaşıyor kıyıya, inen yolcuları izliyorum, sen yoksun. “ Kahretsin !”. diyorum.” Ne olur çıkıp gelse, sarılsa boynuma.” Bir gemi uzaklaşıyor limandan. Suların devinimleri akıyor gözlerimde, karışıp gidiyor uzaklara... Seninle suyu pırıl pırıl bir pınarın başında buluşmak, ellerini tutmak, yüreğinin sımsıcak yerinden, menekşe gözlerinden, narçiçeği dudaklarından öpmek, serin nefesini doyasıya içmek ve doyasıya içime çekmek geçiyor içimden... Sonra sarılıp, sımsıkı kucaklamak ve sevinçten havalara uçmak geçiyor ...

    Ağladığımda mendil, güldüğümde kahkaha, susadığımda su olmanı, uyuduğumda rüyalarıma girmeni, her sabah alnımdan öperek uyandırmanı istiyorum...

    Her gece kuş olup sana doğru uçmak, ardında serin rüzgarlar bırakarak, dağlar, denizler, ormanlar aşıp, bir pınarın başında menekşe gözlerine konmak geçiyor içimden. Dalgın bakışlarından, sevdalı yüreğinden öpmek geçiyor. O an bütün ağaçlar diz çökmeli diyorum, özleminle kanayan yüreğime. Bütün yıldızlar göz kırpmalı mutluluklara. “Allahım bu kadar mutluluk çok.” deyip, ellerimi gökyüzüne kaldırıp ağlamalıyım. Gökler de ağlamalı benimle, bulutlar, ırmaklar, yıldızlar da ağlamalı...

    Şunu bilmelisin ki, nerede olursam olayım, hangi iklimde kalırsam kalayım, vakti geldiğinde bir gün mutlaka, yüreğim alıp beni sana getirecektir. Ben buna bütün kalbimle inanıyorum, sen de bütün kalbinle inan. Hiç bir yol bilmesem de, gelmeye kalmasa da mecalim geleceğim inan... Bekle...

    Sevgiler büyüttüm
    kır çiçeklerinden, güneşin kanını emen
    umutlar yeşerttim bahar renginde al yeşil
    dağlarda kar erirken ceylanlar emzirdim
    melekler uyandırdım her tan ağardığında
    toplamak için bütün düş kırıklarını aynalardan
    yıldızlarla selam yolladım sana
    ve her gece mavi bir kuş tutup avuçlarıma
    dudaklara gül ve rüzgar iliştirdim dağların doruklarına
    gelmedin.

    upuzun köprüler kurdum içimdeki yolculuklara sana kavuşmak için
    beyaz günlere uzandım beyaz atlarla, sana getirsinler diye umutlarımı
    seninle öpüşürken
    beyaz beyaz güvercinler kanat çırpıyordu mavi göklerin burçlarında
    bütün ayrılıkların, savaşların, ihanetlerin üzerine bir çizgi çekiyordum
    en güzel barış çiçeklerini versin diye dünya

    ak alınlı taylar koşarken alnımın çayırlarında
    al türkülerle inledim lekesiz sabahlara her bahar
    özlemler kanatıp gecelerin sayfalarında
    mavi rüzgarların terkisinde sevgiler yolladım sana
    çoğaldıkça çoğaldı çılgınlığım
    kanımda milyonlarca yıldız tutuştu
    alevler içinde parlayan nehirler aktı yüreğime her defasında
    her suyun sesine bir damla gözyaşı bıraktım senin için
    gül desenli yaylalara bilmedin

    bilki sensiz uzak bir dağbaşı ıssızlığıyım
    yoksan ürpertilerde tiril tirildir yapraklarım
    seni özlemenin korkunç girdabında
    göğünü ve yönünü yitirmiş göçmen bir bulut olup
    her gece uçurumlara ağlarım

    hasret ateşine bürünürken geceler
    uzun ayrılıkların dağladığı sevdalarda
    korkunç alevler içirdim seni seven yanıma
    iç çekmeyi öğrendi bir yanım, acı çekmeyi bir yanım
    ve ardından oturup ağladım küskün ırmaklar gibi
    karışıp gitti gözyaşlarım çağlayanlara
    silmedin

    ey kırçıl saçlarımda yıldız tutuşturan
    alıp savuran yangınlara yalnızlıklara
    hazan bahçelerinde yaralı bir güldür kalbim şimdi
    dört mevsim aşkı kanayan
    sen ki, yüreğimde demlenen aysın her gece
    gözlerimde çiçeklenen aşk
    uzun saçlı hasretimsin
    geçen bütün mevsimlerde seni bekledim
    gelmedin

    özlemlerle yaralı bir yağmur bulutuyum şimdi
    firari bir hüznün girdabında yitirdim güldesenli sevinçlerimi
    bil ki, çağlayan bütün nehirler benim gözlerimdir
    benim yüreğimdir ağlayan bütün denizler
    su içtiğim bütün pınarlarda seni susarım
    seni sorarım geçtiğim bütün yollarda
    düştüğüm her uçuruma bir tutam çiçek bırakır gibi
    bir tutam kor ve bir demet gözyaşı bıraktım senin için
    gelmedin bilmedin silmedin...

    Bir gün gökyüzü gülünce ve geçince üşümesi kalbimin
    bütün hasretleri yükleyip rüzgarın kanatlarına
    yüreğimde taşıdığım sevda aleviyle
    upuzun yollardan çıkıp geleceğim sana... Bekle...
    yazar Nuri Can

  15. Bu mesajı için 2 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  16. #371
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Annesiz Bir Güne Uyanmak
    Gece çökünce, uzun beyaz florasanlar ile aydınlatılan koridorlarda, üzerlerine ilaç kokuları sinmiş hasta yakınları, korku, umut ve endişeyle beraber, geceyi sırtlayıp sabaha taşırlardı.

    Hastanenin ikinci katında bulunan yoğun-bakım odasındaki sessizlik, karanlığı bile kıskandırmaya yeterdi. Azrail`in sık sık uğradığı bu yerde, umut zincirlerine sarılmış yaşamlar; insanca bir çaba ile sürdürülürdü. Belki anneme bir faydası olur düşüncesiyle, görevlilerin izin verdiği kadar bu odanın önünde beklerdim. Beni terk etmesine izin vermediğim umudumla...

    Salı gününü çarşamba gününe bağlayan gece de, yoğun-bakım odasındaki hareketlilik gözüme çarptı. Ses avına çıkmış kulaklarımla, tüm olup biteni anlayabilmek için yaklaştığımda, görevlilerin her zaman yaptıkları gibi yaşam savaşını kaybeden birini, sarıp sarmalayıp, zemin katta bulunan morg odasına götürmek üzere çabaladıklarını gördüm. Ölen kişinin annem olabileceği korkusu, yüreğime oturdu. Üzerine bastığım mermer zemin sanki ayaklarımın altından çekildi, dengem bozuldu ve vücudumun her yeri titremeye başladı. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra görevlilere ; ''bu kez kim?'' diye soracakken, birgün önce hastanenin kantininde çay içip, sohbet ettiğimiz hemşirenin dost elini sırtımda hissettim. —Yaşlı amca!'' dedi. —Bir haftalık yaşam mücadelesi sona erdi. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Ölüm belki de kurtuluşu oldu.''

    Hemşirenin söyledikleri beni rahatlatmıştı ama her gün birilerinin ölmesi, sıranın anneme de gelebileceği korkusunu üzerimden atmama yetmemişti. Yine de tüm olumsuz düşünceleri beynimin duvarlarından kazımak üzere, hemşireye teşekkür edip yanından ayrıldım.

    Hastanenin karşısında bulunan cami minaresinden yükselen ezan sesi; insanları sabah namazına davet ederken, İstanbul sisli bir sonbahar sabahına uyanıyordu.

    Sigara içmek için kantine geldiğimde, kardeşlerimin ve babamın ayrı ayrı masalarda oturduklarını, sildikçe yenileri gelen gözyaşlarını, nafile çabalarla birbirlerinden sakladıklarını gördüm. Beni fark ettiklerinde, sorgulayan gözleri suratımdaydı.

    İnandırıcılıktan uzak sözcükleri bile bulmamın günbegün zorlaştığı, kimin, kimi kandırdığının bilinmediği, insanca oynanan bir oyunun kim bilir kaçıncı sahnesindeydim. Benimle beraber umut biriktiren bu insanların, morallerini yüksek tutma zorundalığım, beni yalan üreten bir makineye çevirmişti.

    Daha fazla beklemeden aklıma gelen yalanları sıralamaya başladım. ''Yoğun bakım odasında bulunan yaşlı amcayı hatırladınız mı? Hani annemin solunda bulunan. İşte o amca iyileşmiş. Ölüm riskini atlatmış olacak ki, yukarı katta bir odaya aldılar. İnşallah annem de iyileşecek! Hep beraber evimize gideceğiz!''

    Söylediklerimi onaylarcasına başlarını sallayıp, hep bir ağızdan ''inşallah!'' dediler. Beraber, yoğun-bakım odasının sorumlu doktorunun, hasta yakınlarını bilgilendirmek amacıyla, saat 10.30`da yapacağı görüşmeyi beklemeye koyulduk.

    Saati görebileceğim bir masa bulup oturdum. Ismarladığım demli çayımı içerken, bir de sigara yaktım. Zaman genişliyordu, genişledikçe yüreğimden gelen kabul edilmez öfke ve direniş giderek artıyordu. Henüz hayatının baharında olan annem, lanet olası bir odada ölüm-kalım savaşı veriyordu. Şuurunu kaybetmiş, kalbi de bir cihaz yardımıyla çalışıyordu. Sığındığım Allah`a dua etmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. ''Ya annem ölürse'' düşüncesi, beynimi kemiren kocaman bir kurt oluyor ve her geçen dakika daha fazla kemirgenleşiyordu. Gözlerimde tıkalı olan yaşlar, bir yol bulup akmaya başladı. Ağladım çokça...

    Saatler 10.30`u gösterdiğinde, yoğun-bakım odasının sorumlu doktoru, bir sonraki günün getireceklerine kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylüyordu. Annemin beyninde oluşan ödem, yaşama şansını neredeyse sıfıra indirmişti.

    Günlerdir hastanede uykusuz, sağa-sola koşturan bedenim, doktorun söyledikleri karşısında direncini iyice yitirdi. Göz kapaklarım kendiliğinden kapandı. Eve kiminle geldiğimi, üzerimdekileri çıkartıp, yatağa nasıl uzandığımı hatırlamıyorum. Derin bir uykudan sıçrayarak uyandığımda, kardeşimin -''Hastaneye gitmemiz gerek!'' feryadının yankısı, hastaneye gitmek üzere bindiğimiz taksinin içerisinde bile sürüyordu.

    Hastaneye geldiğimde, annemin parmak uçlarından kayan yaşam yıldızı, veda için bekliyordu. Henüz ısısını kaybetmemiş yanağına bir öpücük kondurduktan sonra, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, morg odasından dışarıya çıktım. Adımlarım beni, günlerdir annemi bize bağışlaması için dua ettiğim caminin avlusuna götürdü. Kulağıma fısıldanan, nereden ve kimden geldiğini bilmediğim ''Takdir İlahi'' sözcüğü, beni ne kadar teselli edebilirdi ki?

    Aynı gün, ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazından sonra, annemi son yolculuğuna uğurladım.

    Ertesi günü, İstanbul yine bir sonbahar sabahına uyanırken, annesiz geçireceğim ilk gün başlıyordu. Canımın yarısının olmadığı...


    06/01/2006
    Yazar: Atilla Dursun

  17. Bu mesaj için teşekkür edenler:


  18. #372
    muhammed ali iyiyolbulan
    Kurallara uymadığı için forumdan uzaklaştırılmıştır. delgado_13 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    27/12/2007
    Yaş
    29
    Mesajlar
    3
    Nereden
    Mersin
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 1

    Standart

    bencede süper

    Super
    Konu femoli tarafından (29/12/2007 Saat 15:08 ) değiştirilmiştir. Sebep: hem flood hemde yukarıda teşekkür butonu var onu kullanmalısın

  19. #373
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Anzaklı Ömer’in Hikayesi
    Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun.

    Bu hakiki hikayeyi aktaran, Sayın Dr. Ömer Musluoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır.

    Anzaklı Ömer'in Hikayesi 1957 Yılında İstanbul TIP Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

    Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar... New York'ta Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler..
    Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine,
    tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..
    -Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız? dedim.
    Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı... Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
    -Siz Türk müsünüz?
    Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasında bir işaret yaptı.
    Ama ben hala merak ediyorum.
    -Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
    -Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
    Ben yine ısrarla:
    -Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
    Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
    -Siz Türk müsünüz?
    -Evet, Türküm...
    İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.
    Anlatmaya başladı:
    -Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de... Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı.
    Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
    -Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda... Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık...
    Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup MISIR'a getirdiler. Orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
    Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık.
    Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
    Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar...
    Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
    Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya...
    Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar.
    İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu...
    Dedim ki kendi kendime:
    -Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler...
    Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
    Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum...
    Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce...
    Nihayet bizi ser bıraktılar. Memleketime döndüm.
    İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte...
    Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
    -Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi.
    Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden yine bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türk ile karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.
    Peşinden nemli gözlerle:
    -Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
    -Ömer, cevabını verdim.
    Merakla tekrar sordu:
    -Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?
    -Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
    -Senin adın Müslüman adı mı?
    Ben:
    -Evet, Müslüman adı, deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi.
    Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
    -Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
    -Olsun, dedim.
    -Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?
    Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti.
    Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş...
    -Tabii, dedim.. Müslüman olmak çok kolay.
    Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şehadet getiriyor, hem de ağlıyordu...
    Mırıldandı:
    -Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
    Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş.
    Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor,
    biz de tedavisiyle ilgileniyorduk.
    Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:
    -Beni yalnız bırakma olur mu?
    -Ne gibi Ömer amca?
    -Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun.
    O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
    O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparloründen bir anons duydum:
    -Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
    Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.
    Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i sehadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...

    Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.

    çok hüzünlendim
    alıntı

  20. Bu mesajı için 4 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  21. #374
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    https://www.youtube.com/v/PxKHX4rVoEI&rel=1

    https://www.youtube.com/v/rsfmEjSJrX8&rel=1

    https://www.youtube.com/v/YrYSMmbkKcc&rel=1

    DÜNYAYA BARIŞ ÇAĞRISI
    "Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar!
    Burada bir dost vatanın toprağındasınız,huzur içinde uyuyunuz.
    Sizler Mehmetçiklerle yan yana,koyun koyunasınız.
    Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar,göz yaşlarınızı siliniz.
    Evlatlarınız bizim bağrımızdadır.Huzur içindedirler.
    Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra,
    Artık bizim evlatlarımız olmuşlardır."

    M.K.ATATÜRK
    Konu Yalın tarafından (11/01/2008 Saat 22:57 ) değiştirilmiştir.

  22. Bu mesajı için 3 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  23. #375
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    60 Yıl Süren Bir Aşk Hikayesi Buz gibi bir günde hızlı hızlı yürürken, birden ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm...
    Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye acele acele açtım.. Üç dolar çıktı.. Bir de buruşmuş, sararmış, eskimiş mektup...
    Belli ki yıllardır, o cüzdanın içinde duruyordu. Zarf öylesine harap olmuştu ki. Sadece tepedeki "İade" adresi okunabiliyordu. Mektuba bir göz attım. Bir ipucu bulma ümidi ile.. Birden tarihi gördüm.. 1924... Mektup nerdeyse 60 yıl önce yazılmış. El yazısı belli, bir kadına ait.. Sol köşeye bir çiçek resmi çizilmiş.
    "Sevgili Michael" diye başlıyor mektup... ve "Annesi yasakladığı için onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak devam ediyor..

    - "Ama sakın unutma, seni daima seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

    İçimden bir ses "Bul" dedi bana.. "Mektubun sahibini bul.." Milyonla Michael var. Hangi birini bulacaksın ki.. Ama tepedeki "İade" adresi ipucu olabilir. Telefon İstihbarati aradım. Anlattım...

    - "Bu adrese bağlı bir telefon varsa, bana verebilir misiniz" diye.. Sustu.. Gidip müdürüne sordu...

    - "Var ama, size vermem yasak.. Ama sizin adınıza bu numarayı arar, sorarım. İsterlerse size bağlarım.. Lütfen bekleyin.."

    Bekledim.. İki üç dakika sonra kızın sesi geldi.. "Bağlıyorum efendim.."

    Karşıdaki hanıma "Hannah diye birini tanıyor musunuz ? " diye sordum.

    - "Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden aldık." dedi.

    - "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."

    - "Hannah annesini bir huzurevine yatıracakti. Oradan takip ederseniz,belki adresi bulursunuz.."

    Ve huzurevinin adını verdiler.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş... Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki oradan bilirlermiş...

    - "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

    Bir kadın "Şimdi Hannahın kendisi bir huzurevinde" dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim... Bingo..

    Ses "Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi..

    Gecenin saat onu, ama hemen yola çıktım, Hannahı görmek için..

    Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl ışıl ama..

    Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip.. Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve :

    "Genç adam" dedi, "Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm diye annem kesinlikle izin vermedi.."

    Derin bir nefes daha..

    - "Michael Goldstein harika bir insandı. Eger . bulabilirseniz ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.."

    Bir ufak sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."

    İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden.. "..Ve hiç evlenmedim... Michael gibi birisini bulamadım ki.."

    Hannaha teşekkür edip odadan çıktım. Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız :

    - "Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size?" dedi..

    - "Hiç değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..Cüzdanı elimde sallayarak..

    O sırada yanımda dikilip duran hademe bağırdı..

    - "Hey baksana.. Bu Bay Michaelin cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten.. Üç . kere ben buldum, koridorlarda.."

    Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım tekrar asansöre.. Michael yatmamıştı.. Okuma odasında kitap okuyordu.. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.. Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle :

    - "Evet bu benim cüzdanım" dedi...

    - "Öğleden sonraki yürüyüş sırasında kaybetmiş olmalıyım.. Size teşekkür borçluyum.."

    - "Hiçbirsey borçlu değilsiniz" dedim..

    - "Ama özür dilerim.. İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum..."

    - "Mektubu mu okudun?.."

    - "Sadece okumakla kalmadım.. Hannahı da buldum.."

    - "Buldun mu?.. Nerde?.. İyi mi?.. Hala eskisi gibi güzel mi.. Söyle, lütfen söyle.."

    - "Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça..

    - "Bana onun telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım.." Elime sımsıkı sarıldı..

    - "O benim tek aşkımdı.. Onu öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."

    - "Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

    Asansörle üçüncü kata indik... Odanın kapısı açıktı. Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu... Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu...

    - "Hannah" dedi.. "Bu bayı tanıyor musun?.."

    Gözlüklerini ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..

    - "Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..

    - "Hannah.. Ben Michael.. Beni . tanıdın mı?.."

    - "Michael" diye yutkundu : Hannah.. "İnanmıyorum.. Bu sensin.. Benim Michaelim.."

    Michael Hannaha doğru yürüdü yavaşça.. Sarıldılar. Hemşire hıçkırıklar içinde koridora attı kendini...

    - "İşte Tanrının sevgisi de bu" dedim.. "Olacaksa.. Olur.."

    Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar. Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir . miydim?..

    Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı... Huzurevi onlara, bir minik daire tahsis etti...

    Eğer 76 yaşında bir gelinle 79 yaşındaki bir damadı, 16 yaşında bir kız, 19 yaşında bir delikanlı havasında görmek isterseniz, orayı ziyaret etmeniz gerek..

    alıntı
    Konu Yalın tarafından (27/01/2008 Saat 00:29 ) değiştirilmiştir.

  24. Bu mesajı için 4 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  25. #376
    barış dikici
    Dikici - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    20/01/2007
    Yaş
    32
    Mesajlar
    1.587
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Rock Siyah
    Plaka
    42 Ps ***
    Edilen teşekkür: 536

    Standart

    bende kendi yazdığım şarkı sözlerini buray ayazsam olurmu ??

  26. #377
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Yunus Balığı Sırtındaki Çocuk: Olay Muğla iline bağlı Milasın limanı Güllük e bilinmeyen bir zamanda geçer.Yöre balıkçılığıyla ünlüdür.Hermiyas güzel,sevilen bir çocuktur.Sadece anası vardır.Güllükün çocukları denize oynamaya gideceklerdir.Hermiyası da çağırırlar;anası önce izin vermez.Çocuklar baskı yapınca,ana,denize açılmamak koşuluyla izin verir.Olayın bundan sonrası şöyle gelişir:

    Hermiyas,"olur ana!" deyip fırladı arkadaşların ardından.Az sonra Ege in tuzlu suları çocuk sesleriyle doldu.

    Bir süre,uzun bir süre sesler kesildi kıyıda.Ege in hafif dalgalarının çıkardığı sesten başka birşey duyulmaz oldu.Derken,o şen,o canlı çocuk sesleriyle yeniden doldu kıyı.Ama aralarında Hermiyas yoktu.

    Kara haber bir anda yayıldı Güllük e."Güllükün en güzel çocuğu Hermiyası aldı Ege!" diye...

    Bundan sonrasını şöyle anlatır eskiler:

    Hermiyasın Ege in köpüklü dalgalarıarasında kaldığı duyulur duyulmaz,herkes deniz kıyısuna koşmuş.Güllükün en usta kayıkçıları,en usta balıkçıları ve en usta dalıcılarıaramışlar dalgalar arasında Hermiyası.Aramışlar...Ama yok.Güllükün en güzel çocuğu Hermiyas yok.Anası dövünmüş,bağrına taşlar basmış.Deniz kıyısından ayrılmaz olmuş."Dalgalar Hermiyası deniz kıyısına atarda hiç değilse parmağının ucunu görürüm bir kez daha!"diye.Balıkçılar her sabah balığa çıkınca,Ege in dalgalarına bakar dururlarmış."Belki Hermiyası buluruz!" diye.Ağlarını suya attıkları zaman,yürekleri titrermiş."Belki Hermiyas da balıklarla birlikte gelir!" diye.

    Ama yok.Güllükün en güzel çocuğu Hermiyas yok!

    Günler geçmiş aradan.

    Günlerden bir gün ,bir balıkçı,kayığını çeker çekmez,koşmuş Güllükün içine.Bir yandan bağrıyormuş:"Gördüm!Gördüm!" diye."Ne gördün?"demişler.Balıkçı:"Gördüm!Gördüm!" der dururmuş.Bir süre sonra kendine gelmiş.O zaman "Anlat." demişler."Hermiyası gördüm.GÜllükün en güzel çocuğu Hermiyası"."Düş olmasın seninki?" demişler.Balıkçı:"Düş olur mu hiç?"demiş."Gördüm diyorum size,şu gözlerimle gördüm.Bir yunus balığının sırtındaydı"."Attın işte.Balık taşır mı insanı sırtında?"."Yalanım varsa,Ege beni de alsın."diye devam etmiş balıkçı."O, koca bir yunus balığının sırtındaydı.Bir eliyle tutunmuştu ona,bir eliyle de selam verdi.Balık dalıp çıktıkça sulara,o da dalıp çıkıyordu.Ak köpükler çıkarıyordu balık.Hermiyas,o ak köpükler içinde kalıyordu."Bunları anlatmış balıkçı ama kimse inanmamış.

    "Peki,niye kurtarmadın onu?Niye alıp gelmedin?" demişler.Balıkçı:"Şunlara bak." demiş."Nasıl alıp gelirdim?Mutlu görünüyordu Hermiyas.Üstelik de ben yaklaşmaya kalmadan dalıyordu yunus.Ege in ak köpüklerini bilmez misiniz?"

    Güllüklüler,balıkçıya inanmamışlar ya,içlerine bir kuşku düşmüş."Kim bilir,belki anlattıkları doğrudur!"diye...O günden sonra "Egeye açılanlar,hep,o yunus balığını,balığın sırtındaki çocuğu arar olmuşlar.Ak köpüklü bir dalga gördüler mi yürekleri ağızlarına gelirmiş."Belki de Hermiyas ır bu" diye...

    Aradan yine geçmiş günler...Bir sabah,daha gün doğmadan,yine bir haber yayılmış Güllüke,"Hermiyas bulunmuş" diye."Bulunmuş...ama..."diyorlarmış da, gerisini söylemiyolarmış.Bunu duyan Güllüklüler koşmuşlar kıyıya.

    Bir de bakmışlar ki ne görsünler?Güllükün en güzel çocuğu Hermiyas,kumlarda yatar sessiz soluksuz.Ve bir de balık, o da yatar oracıkta.Anlamışlar ki balıkçının anlattığı balık bu.

    İçlerinden yaşlı biri,"Güllüklüler,beni iyi dinleyin!Şu gördüğünüz olay üzerine düşünün biraz.Dostluk işte budur"Onun bu söylediklerinden birşey anlamamışlar."Hele anlat." demişler,"Ne demek istiyorsun?"

    Bunun üzerine yaşlı adam demiş ki:"Hermiyasla bu yunus balığının dostluğunu görüyor musunuz?Denize bırakmamış onu,getirip kıyıya bırakmış.""Ama o da ölmüş?" demişler.Yaşlı adam:"Öyle,o da ölü!Dostunu kıyıya çıkarmış,ama kendi de dayanamamış buna,birlikte olmak dilemiş"

    Bunun üzerine işi anlayan Güllüklüler,aralarında para toplamışlar,yunus balığı ile Hermiyasın yontusunu yaptırmışlar,getirip jimnazyumun bahçesine dikmişler."Dostluğun simgesi olsun" diye.

    Derler ki:"Şimdi Efes Müzesi deki yunus balığı sırtındaki çocuk yontusu,işte bu yontudur."

  27. Bu mesajı için 2 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  28. #378
    Mehmet Özcan
    Basın-Yayın Sorumlusu femoli - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    31/01/2007
    Yaş
    45
    Mesajlar
    18.861
    Nereden
    Ankara
    Rengi
    Beyaz
    Plaka
    YMS
    Edilen teşekkür: 7336

    Standart

    barış elbete olabilir bizemi soruyorsun




    Kadriye mükemmmel sin daha başka kelime bulamıyorum acaba akşam olsada ne yazmış diye direk açtığım ve baktığım kişilerdensin.. Nerden buluyorsun böyle yazıları helal valla son yazın mükemmel gerçekten külüstür yaşıyoruz

  29. 28/01/2008, 11:10


  30. #379
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    cebhede ezan sustu

    Çanakkale cephesinde savaş inanılmaz olaylarla devam ediyordu. İngilizler ve Fransızların başını çektiği itilaf devletleri, sömürgelerinden getirdiği Avustralya, Senagal, Hint askerleriyle beraber Türk askerlerine saldırıyor, siperlere bombalar yağdırıyordu. Özellikle denizden savaş gemilerinin top atışı desteği, bütün cesaretine rağmen Türk askerlerini çok zor durumda bırakıyordu.

    Türk komutanlar, sonunda öleceklerini, herhangi bir yardım gelmesinin mümkün olma dığını düşünüyordu. Bu düşüncelere rağmen bir adım geri atmak, bir adım geri çekilmek akıllarının ucundan bile geçmiyordu.

    Kan ve barut kokuları arasında savaş meydanına akşamın karanlığı çökerken, Yüzbaşı Tayyar, siperlerine çekilmiş, kimi fırsattan istifade uyumaya çalışan, kimi dertli dertli sıla türküsü söyleyen askerlerine baktı. Vedalaşmak üzere olduğu dostlarına son bakışları gibi bir hüzün gözlerindeydi.

    Bu gam ve hüzün dolu atmosferde yüzbaşı Tayyar, yanındaki üsteğmen Hakkı'yla durumu tartışıyordu;

    -Cephanemiz ne kadar dayanır?

    -Eğer düşman yaklaşmaz, sadece top atışına devam ederse, yarın da yeter komutanım.

    -Düşman, sinmiş siperine, denizden ateş açan gemilerinin bizi yok etmesini bekliyor. Göğüs göğüse, mücadeleye fazla yaklaşmıyor.

    -Evet komutanım, süngü savaşı şimdi işimize gelir ama süngü savaşında da İngilizler, Fransızlar ön cephede sömürgelerini kullanıyorlar.

    -Avustralyalılara mı?

    -Hayır komutanım, sadece Avustralyalıları değil.

    -Zenci Fransızları mı?

    -Komutanım, zenci Fransızlar sandıklarımızın bir kısmı Senegal'liler miş.

    Komutan şaşkınlıkla bakarken üsteğmen Hakkı devam etti;

    -Bunları esir aldığımız bir Hintli'den öğrendik.

    -Hintliden mi? Şu Kötü muamele yapmadığımız halde, öğleden sonra bir ağlama tutturdu, susturamadık, ağlayıp duruyor dediğiniz Hintli esir mi?

    -Evet komutanım

    Komutan güldü;

    -Sakın bizde Hintçe bilen biri olduğunu söyleme

    -Hayır komutanım. Hintli müslümanmış, Çerkeşli Hafız, Hintli�nin ağlarken Arapça bir şeyler söylediğini duymuş, o konuşmuş.

    -Maşallah şu bizim Hafız tekbir getirmeye ara verip tercümanlığa mı başladı? Çağır bakalım neler öğrenmiş.

    Erlerden Çerkeşli Hafızı bulup komutanın karşısına getirdiler;

    -Emredin komutanım

    -Anlat bakalım Hafız, neler öğrendin Hintli esirden.

    -Komutanım, kendisi müslümanmış. Bizi öğle namaz kılarken görünce ağlamaya başlamış.

    -İyi ya, müslümanlara esir düştü korkmaması gerektiğini söyleyip sustursaydın.

    -Esir düştüğü için ağlamıyor ki komutanım. İngilizler, İstanbul'daki müslümanlara Almanlar saldırıyor. Almanlara karşı savaşacağız diye kandırmışlar. Müslümanlara karşı savaştım, belki de öldürmüşümdür diye ağlıyor.

    -Hakkı, söyle askerlere de getirsinler bakalım Hintli esiri. Sen kal Hafız, söyle bakalım, düşmanlarımız ön saflarda hep müslümanları mı sürüyor, doru mu bu?

    -Evet komutanım, Hintli de söyledi, dün sabah da süngü çatışmamızda, önde ya zenciler vardı, ya da Hintliler.

    Komutan, üstteğmen Hakkı'ya döndü;

    -Cephanemizin azaldığını biliyorlar ki, dün sabahtan beri uzaktan taciz ateşiyle bize cephane harcatmaya çalışıyorlar.

    -Komutanım, eğer cephanemizin bitmek üzere olduğunu anlarlarsa yine piyade hücumuna kalkacaklardır. Bu gün askerlere mermilerde tasarruf yapmalarını söylediğimizden, top atışı ve makineli tüfeğimizi gün boyu kullanmadığımızdan cephanemiz tamamen bitti sanabilirler, yarın saldırma ihtimalleri çok yüksek.

    -Hımm, bu saldırı da askerlerimiz ne kadar dayanabilir?

    -Kurşunları paylaştırdık, keskin nişancılara fazla kurşun versek de çoğuna ya iki kurşun düştü ya da hiç.

    -Hiç mi !.... Kurşunu olmayan askerimiz mi var?

    -Var komutanım

    Hintli esiri getirmişlerdi, komutan Çerkeşli Hafıza seslendi;

    -Öncelikle, Sadece gözetim altında olduğunu, korkmaması gerektiğini söyle. Bizim esirlere kötü davranmadığımızı söyle.

    Hafız, komutanın söylediklerini çevirirken, Hintli atılıp yüzbaşının ellerine sarıldı;

    -Ne istiyor bu, inanmadı mı söylediklerimize.

    Hafız;

    -Müslümanlara karşı savaştığı için çok üzülüyormuş komutanım. Beni vurun, diyor.

    -Sustur şunu, ağlamasın artık. Olan oldu, yardım etmek istiyorsa sorularımıza cevap versin. Düşmanın asker durumunu, silahlarının, cephanesinin durumunu ne kadar biliyor, bize onu söylesin.

    Yüzbaşı, esiri sorgulama sonunda uygun bir çözüm bulamamıştı. Normal şartlarda erleri daha fazla telef etmemek için geri çekilmeliydi ama bu askerlerin görevi gemilerden kıyıya çıkacak düşmanı engellemekti. Geri çekilirlerse, karaya çıkacak düşman karada hızla ilerleyebilecekti, durdurmak çok daha zor olacaktı. Biliyordu ki, son asker de şehit olana kadar bir adım geri atmamalı, son askerin son mermisine kadar düşmanı oyalamalıydılar.

    Yüzbaşı'yı uyku tutmamış, muhtemelen son geceleri olan bu gecede sabaha kadar bir çadırda dolanmış, bir siperlerdeki askerlerinin yanına gitmişti. Nöbetçi olmayan askerlerin çoğu uyuyordu. Siperde büzülmüş yatan daha gencecik Tokat'lı Ali'nin üstüne paltosunu bıraktı. Arkadaşlarına uyandırmayın diye işaret edip çadırına döndü.

    Askerlerinin yüzü gözünden gitmiyor, sanki çoktan ölmüşler gibi içi yanıyordu.

    Kendisi gibi üzgün bir edayla bir o yana bir bu yana dolanan üsteğmen hakkı'ya baktı;

    -Düşman cephesine baktın mı?

    -Baktım komutanım.

    -Hareketliliği görmüşündür.

    -Evet komutanım, çok sayıda fenerle koşuşturuyorlar.

    -Piyade saldırısına hazırlanıyorlar. Allah'tan ümit kesilmez ama.

    -Bizim ümidimiz inşallah ya şehit ya gazi olmaktı komutanım. Allah şu ana kadar gazi olmayı nasip etmedi ama şehitlik yakın, hakkınızı helal ediniz komutanım.

    -Helal olsun Hakkı, helal olsun. Hazırlan, askerimize moral vermek için önde savaşalım.

    Dışarı çıktılar, yüzbaşı;

    -Tan ağarınca saldıracaklardır, askerleri uyandırın, gafil avlanmasınlar.

    O esnada Hafız'ın sesi duyuldu, eğitim aldığı belli olan sesiyle saba makamında, kulakları geçip kalplere vuran bir ezan okuyordu.

    Yüzbaşı, ezan okuyan Hafızın yanına vardı, huşu ile ezanın bitmesini bekledi. Ezan bitince namaza gitmeden komutanının karşısına geçti;

    -Emredin komutanım.

    -Oldu mu Hafız bu ezan?

    Hafız telaşlandı;

    -Yanlış mı okudum komutanım.

    -Hayır yanlış okumadın ama bütün müslümanlar duydu mu?

    Hafız sağına soluna baktı, siperdekiler de dahil tüm arkadaşlarının duyduğuna emindi. Komutan onun arkadaşlarına bakışına güldü;

    -Onları demiyorum be Hafız, Hintli'yi duymadın mı? Karşıda da müslümanlar varmış.

    Hafız ne yapacağını bilmez şaşkın beklerken, komutan içinde artan bir ümitle sesini yükseltti;

    -Koş hafız, ne kadar sesi güzel askerimiz varsa topla, koş. Hintli'yi de unutma, abdest alıp gelsinler.

    Hafız koşarak arkadaşlarını toplar, Hintli esir de gelmişti. Komutanın emriyle sıra sıra dizilirler ve gür sesleriyle sabah ezanını okumaya başlarlar.

    Ezan devam ederken yüzbaşı ve üsteğmen dürbünle düşman cephesini incelemek için siperlerin olduğu kısma giderler. Yüzbaşı düşmana baktığında sevinçle üstteğmene sarılır; Senegallilerle Hintliler toplanmış bağrışıyorlar, herhalde müslümanlara karşı savaştırıldıklarını anladılar.

    Onların bu sevinci devam ederken, gemilerden top atışı başlar. Atışlardan biri sonunda ezan okuyan askerlerin ortasına düşer. Ezan sesi kesildiğinde yüzbaşı ve üsteğmen askerlerinin yanına koştular.

    Komutanından gelen sesin ezan olduğunu, müslümanların ortak çağrısı olduğunu öğrenen İngiliz topçu 5-6 atış sonunda ezan okuyanları vurmayı başarmanın sevinciyle naralar atıyordu; Ezan sustu, Türk cephesinde ezan sustu.

    Kıyıda isyan eden müslüman askerlerine bakan komutan öfkeyle söylendi; Ezanı susturmakta geç kaldık. Müslüman askerler çok fazla, ortalık daha fazla karışmadan hemen gitmeliyiz. Çabuk, kıyıdaki askerlerin hepsini toparlayın gemilere çekiliyoruz.

    İtilaf kuvvetleri güçleri, sömürge askerlerini de alarak alel acele gemilere bindiler, onlar uzaklaşırken yeniden ezan sesi gelmeye başlamıştı.

    Yüzbaşı Tayyar, yerdeki şehit arkadaşlarının üzüntüsüne rağmen, toz duman arasından doğrulup ezana devam eden askerlerine baktı. Hafız'ın sesini duyamayınca bakındı, Hintli esirle yanyana şehit olduğunu fark etti. Yüzbaşı, Bu sabah şehit olurum diye abdest almıştı, yürüdü, Hafız'la Hintli'nin naaşları arasına dikildi. Gözyaşlarını tutamamasına rağmen yüz ifadesindeki metanetle dimdik durdu, askerlerine katılıp ezan okumaya başladı
    alıntı

  31. Bu mesajı için 4 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


  32. #380
    yusuf şenol çetin
    Yalın - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    09/09/2007
    Yaş
    61
    Mesajlar
    1.445
    Nereden
    İstanbul
    Rengi
    Yok
    Edilen teşekkür: 737

    Standart

    Tahta Perdedeki Çivi

    Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona
    çivilerle dolu bir torba vermiş. " arkadaşların ile tartışıp
    kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak"
    demiş.
    Genç, birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış.
    sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve
    geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki
    hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden
    tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden başlayarak
    tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden
    bir çivi çıkart (sök)" demiş.
    Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası
    ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık
    çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
    Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir.
    Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır.Arkadaşına
    bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen
    kalacak(kapanmayacak). Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir.
    Seni güldürür yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur
    seni dinler sana yüreğini açar" demiş.

    alıntı
    Konu Yalın tarafından (01/02/2008 Saat 00:14 ) değiştirilmiştir.

  33. Bu mesajı için 3 kişi Yalın'ye teşekkür etti:


Benzer Konular

  1. Ruhsatta motor no yanlışlığı ve benzinli yerine dizel yazması sorunu
    erhanorhan01 tarafından Genel forumunda yazıldı.
    Cevaplar: 6
    Son Mesaj: 12/10/2011, 22:19
  2. Yaptığınız Yorumlara Daha Kolay Ulaşmak İçin Lütfen Okuyunuz!
    StrawBeeRy tarafından Serbest Kürsü forumunda yazıldı.
    Cevaplar: 9
    Son Mesaj: 25/07/2011, 12:25
  3. zeka testi (KOLAY GELSİN.):)
    akbiyik tarafından Serbest Kürsü forumunda yazıldı.
    Cevaplar: 12
    Son Mesaj: 18/03/2011, 15:57
  4. Kolay konularda zor sorular
    cann tarafından Geyik forumunda yazıldı.
    Cevaplar: 7
    Son Mesaj: 13/04/2010, 15:20

Yer imleri

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  


Forumdaki tüm yazışmalardan üyelerin kendisi sorumludur. Çıkabilecek herhangi bir hukuki durumda, forum yönetimi yetkili merciilerin talepleri doğrultusunda, ilgili üye/üyelerin tüm erişim bilgilerini/kayıtlarını vermekle yükümlüdür. Yeni üye olanlar, maillerine gönderilen onay maillerini onayladıktan sonra, admin onayıyla üye olabilmektedirler. O nedenle üye olurken profil bilgilerinin özenli, doğru ve eksiksiz şekilde girilmesi son derece önemlidir. Üyeler; forumda geçirdikleri zaman zarfında forum kurallarına uymak zorundadırlar. Kurallara aykırı davrandığı tespit edilen üyeler hakkında haber vermeksizin işlem yapma hakkı forum yönetimine aittir. Forum kurallarını okumak için tıklayınız. Unutmayınız; bu ortamdaki özgürlüğünüz, başkalarının özgürlüğüyle sınırlıdır.
Reklam vermek, bilgi & iletişim için: admin@grandepuntotr.com



# Fiat Türkiye Kullanıcı Forumları Network #

www.fiattr.com   |    www.puntotr.com   |    www.grandepuntotr.com   |    www.puntoevotr.com   |    www.bravotr.com   |    www.lineatr.com   |    www.500tr.com   |    www.ottimotr.com   |    www.aegeatr.com