İslâm Hukukunun Kaynakları
Hukukun kaynağı denilince, hukuk kaidelerinin nereden geldiği ve dayanağının ne olduğu kasdedilmektedir. Bu manada İslâm hukuku kaynaklarını asli va tali olmak üzere ikili bir ayrıma tabi tutarak incelemek mümkündür. Asli kaynaklardan maksat, Kitap (Kur'an), Sünnet, İcma ve Kıyastır.
Kitab'ın diğer adı İslâmın temel kitabı olan Kur'andır. Kur'an Hz. Peygambere 610 yılında inmeye başlayan ve 23 yıl peyderpey inen kutsal kitabın adıdır. Kur'an, İslâmın en temel normu, başka bir ifade ile anayasasıdır. Ne var ki, buradaki anayasa kavramı bugünkü anlamından biraz farklılık arzetmektedir. Zira her ne kadar en genel norm anlamında ise de zaman zaman teferruata ilişkin hükümlere de yer verilmiştir. Asıl metodu genel prensipler vaz' edip kalan kısmın zamanın yüksek otoritesi tarafından kullanılmasıdır. Hz. Peygamber hayatta iken bu yetkiyi kullanmıştır. Ondan sonra gelen halifeler de bu yetkiyi kullanmışlardır. İleride de belirtileceği üzere Türk-İslâm özellikle de Osmanlı kanunnamelerinin hukuki dayanağı işte Kur'anın bu prensibidir. Kısaca Kur'an, genel bir kanun kitabı olmaktan ziyade bir maslahat kitabıdır. Yani onda ihtiyaç duyulan şeylerin en önemlilerine küçük büyük demeden yer verilmiştir.
Ayrıca o sadece bir kanun kitabı değildir. Hukuki hükümlerin yanında itikadi hükümlere yer verildiği gibi ahlaki hükümlere de yer verilmiştir. Hatta hukuki hükümler diğer hükümler yanında çok az (onda bir kadar) yer kaplamaktadır.
Sünnet ise, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine denmektedir. Sünnetin ihtiva ettiği hükümler birbirinden farklıdır. sünnet, bazan Kur'anın vaz' ettiği hükümleri teyit eder. Bazan Kur'anın müphem bıraktığı meseleleri şerheder. Bazan Kur'anın genel hükümlerini kayıtlar. Bazan da Kur'anın hiç bahsetmediği yeni meseleleri hukuki çözüme kavuşturur.
Kur'anın indirildiğinde çeşitli şeyler üzerine yazıldığını biliyoruz. Buna mukabil sünnet, yazılmamasına rağmen bize kadar nasıl ulaşmıştır? Hemen ifade edelim ki, müslümanlar Hz. Peygamber'in sünnetini nakletmede olağanüstü titizlik göstermişlerdir. Öyle ki, sünnetin nakli ile ilgili bir ilim dalı dalı (Hadis Usulü) dahi teşekkül etmiştir. İftiharla belirtelim ki, burada da en büyük rolü yine Müslüman Türkler oynamışlardır. Buhari ismi ile meşhur hadis kitabı en sağlam kabul edilen altı kitabın en meşhurudur ve Buharalı bir alim tarafından vücuda getirilmiştir.
İcma-ı ümmet de denen icma, ittifak etmek anlamına gelmektedir. Hukuki kavram olarak aynı asırda yaşayan müslüman ve müçtehit hukukçuların herhangibir şer'i hüküm üzerinde ittifak etmelerine denmektedir. İcma, bazan Kur'an ve Sünnet'teki hükmü teyit eder, bazan da açıklığa kavuşturur. Bir meselenin icma olarak kabul edilebilmesi için, irade açıklayanların müslüman ve müctehit olması, bu şartlara haiz olanların bütününün ittifak etmeleri, durumun Hz. Peygamber'in vefatından sonraki bir dönemde meydana gelmesi ve icmanın konusunu şer'i bir meselenin teşkil etmesi gerekir. İcma sarih olabileceği gibi zımni de olabilir.
Kıyas'a gelince, aralarında illet benzerliğinden dolayı, hakkında açık hüküm bulunan şer'i bir meselenin hükmünü diğerine de uygulamaktır. Kısaca kıyas bir içtihat hadisesidir ve iki mesele arasındaki illet benzerliğini bulma gayretidir. Sanırım burada İslâm hukukunda içtihat hususunda biraz bilgi vermek yerinde olacaktır.
Bilindiği gibi içtihat, müçtehit hukukçunun İslâm hukuku kaynaklarına dayanarak hüküm çıkarmasına denmektedir. Kitap ve Sünnet'te hukuki bir mesele hakkında açık hüküm bulunmadığı zaman meseleyi çözümleyebilmek için ehliyetli kişilerce içtihat yapmak gerekir. Öyleyse içtihat, İslâm hukukunun dinamizmini, canlılığını başka bir ifade ile hayata uymasını sağlayan en önemli unsurdur. Zira yüzyıllar sonra ortaya çıkacak bir mesele hakkında her zaman Kur'an'da ve Sünnet'te hüküm bulmak mümkün değildir.
İşte bu boşluğu doldurma görevi müçtehit hukukçunundur. Bu, devlet başkanı olabileceği gibi sıradan bir vatandaş ta olabilir. Ancak içtihat edebilme ehliyetine sahip olması gerekecektir. Görüldüğü üzere İslâm hukuku teferruata ilişkin hükümlerin doldurulmasını dahi ehliyetli ellere bırakmıştır.
Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Acaba her devirde özellikle günümüzde içtihat yapmak mümkün müdür?
Bu soruyu cevaplandırabilmek için müçtehitler arasında bir ayrım yapmak gerekecektir. İlki mutlak müçtehittir. Dört mezhebin kurucuları gibi. İkincisi, mezhepte müçtehittir. Belirli bir mezhebin metodlarına bağlı olarak içtihat yapanlar. Ebu Yusuf ve İmam muhammed gibi. Üçüncüsü, meselede müçtehiddir. Bütün İslâm hukukunda olmasa da belirli konularda içtihat yapabilen hukukçulardır. Serahsi, Halvani gibi. Dördüncüsü, tahriç sahibidir. İçtihat yapamayan ancak bir kaç manaya gelebilen görüşleri izah edebilen hukukçudur. Yine Türkistanlı Kasani ve Merginani gibi. Beşincisi, tercih sahibidir. Mevcut görüşlerden birini tercih edebilen hukukçudur. Ebussud ve İbni Kemal gibi. Altıncısı, temyiz sahibidir. Muteber olan ve olmayan görüşleri ayırabilen hukukçudur. Halebi gibi. Yedincisi, sırf mukallitdir. Eski hukukçuların görüşlerini sadece nakleden hukukçudur.
Bu ayrımı yaptıktan sonra 9. veya 14. asırda içtihat kapısı kapanmış mıdır, sorusuna cevap arayabiliriz. Tarihi bir vakıa olarak kapandığı iddia edilen kapı sadece mutlak müçtehitlik kapısıdır. İslâm hukukçuları yeni bir mezhebin tesisi için yeni bir içtihat usulünün vaz'ına karşı çıkmışlardır. Sonu gelmeyecek yeni usuller ve mezhepler sebebi ile hiçbir lüzum ve zaruret olmadan boş münakaşaların ortaya çıkmasını istememişlerdir. Yoksa diğer içtihat çeşitleri İslâm hukukunun dinamizmini sağlayan en önemli kurumdur. Bunların en güzel misallerini ise kütüphaneler dolusu fetva mecmuaları teşkil etmektedir.
Yer imleri