İslâm Hukukunun Tarihi Devreleri
a) Türkler'in Müslüman Olmasından Önceki Devre
İslâm hukuku doğuşundan günümüze kadar bir kısım devreler geçirmiştir. Bir şeyin başlangıcı ve geçirdiği devreler incelenmeden o şeyin hakkı ile anlaşıldığı söylenemez. Bu nedenle İslâmiyetten sonraki Türk hukukunu daha iyi kavrayabilmek için bu hukukun doğduğu ortama ve doğuş şekline bakmak gerekecektir. Gerçekten İslâm, insanlığın kelimenin tam anlamı ile bir buhran geçirdiği, kızların diri diri toprağa gömüldüğü, kadına insan nazarı ile bakılmadığı, bir erkeğin sayısız kadınla evlenebildiği, bir kadının da sayısız erkekle birlikte olabildiği, kısacası M. Akif'in ifadesi ile "kaplanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bin insan onu kardeşleri yerdi" dediği bir ortamda gelmiştir. Hak ve hukuk tanımaz bu bedevi topluluğu insaniyet mertebesine çıkaran İslâm olmuştur.
Gerçekten bugünkü insanlık insan haklarından, kadın haklarından tutun da çevre hakkına kadar ne kadar insani duygu ve düşünce varsa hepsini İslâma borçludur. Yeri gelmişken ifade edelim, günümüzdeki yanlış kanatin aksine insana insan olarak bir takım haklar tanıyan, kadının ayağının altına cenneti koyan, evlenmeyi sınırlayan hep İslâm hukuku olmuştur. İslâm tek evliliği dörde çıkarmamış, sayısız evliliği dört ile sınırlamıştır. Hatta birden fazla evlenmeyi de adalet gibi önemli bir şarta bağlamıştır.
Ayrıca köleliği İslâm tesis etmemiş, hatta ortadan kalkması için çeşitli yollar öngörmüştür. Bunların başında yapılan hataların çoğuna ceza olarak bir köle azad etmeyi bir müeyyide olarak öngörmüş olması gelmektedir. Ayrıca kölelik sebebini bire indirmiştir. O zamana kadar borçluluk, ihtiyaç, kuvvetlilik gibi bir çok sebeple köle olabilen insanların sadece savaş yolu ile esir alınmasını caiz görmüştür. Yine kitabet (para karşılığı hür olma akti), vasiyet ile kişinin öldükten sonra kölesinin hürriyete kavuşması ve efendisinden çocuk sahibi olan cariyenin hür olması gibi yollarla kölelere hürriyetin yollarını açmıştır. O halde İslâm daha kalıcı bir yol izlemiş, dünyanın her yerinde yaygın olan köleliği bir çırpıda kaldırıp, kafesten salınan kuşlar gibi köleliğe alışmış insanları başkalarına yem etmemiş, hürriyete alıştırarak onlara bu hakları tanımıştır. Ancak öylesine haklar vermiştir ki, köleler neredeyse imtiyazlı bir duruma gelmişlerdir. "Yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin" gibi
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Bütün bu haklar İslâm da vardı da neden dünyaya belgeler halinde ilan edilmedi? Böyle bir soruya tek cümle ile cevap vermek gerekirse, "var olan şeyin ilanına gerek görülmemiştir" denilebilir. Gerçekten malumu ilana gerek yoktur. İnsanlar olmadığı halde elde ettikleri şeyi ilan ederler.
O halde her hukuki müesseseyi kendi yeri ve zamanı içinde ele almak gerekir. Aksi çabalar bizi hatalı değerlendirmelere götürebilir.
İslâmiyet ilk olarak 610 yılında Hz. Peygamber'e gelmeye başlamıştır. 23 yıllık Hz. Peygamber dönemi kelimenin tam anlamı ile "Asr-ı Saadet" yani "Mutluluk Asrı" olmuştur. Bütün hukuki problemler vahiy ya da bizzat Hz. Peygamber tarafından çözümlenmiştir.
Bu dönemi takib eden Raşit Halifeler devri de İslâm hukukunun teşekkülü açısından önemlidir. Kur'an bu devirde toplanmış, sünnet daha net bir şekilde ortaya konmuş ve Hz. Peygamberin rahle-i tedrisinde yetişen İslâm hukukçuları İslâm hukukundaki içtihadi boşlukları doldurmaya başlamışlardır.
Raşit halifeler dönemini takib eden tabiiler devrinde özellikle hadislerin derlenmesi ve içtihadi meseleler ağırlık kazanmış ve bu durum mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Önemine binaen İslâmda mezhepler üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekecektir.
İslâmda Mezhepler
Mezhep kelimesi gidilen yol anlamındadır. İslâm hukukunda da çeşitli fikir akımlarına da mezhep denmiştir. Mezheperi itikada (inanca) ve amele ait olmak üzere ikiye ayırarak ele almak mümkündür. Burada bizi ilgilendiren ameli mezheplerdir. Bilindiği gibi İslâmda mezhepler, Kur'an ve sünnetin açıkca düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tesbitinde yani içtihatta ortaya çıkmıştır. Yoksa İslâmın temel meselelerinde birlik söz konusudur.
Bilindiği üzere amelde mezhepler dört tanedir. Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki. Bunların her birisinin metodunu ve kurucularını incelemeye burada zamanımız yetmez. Ancak özet olarak şunu ifade edelim ki, İslâmda böyle farklı mezheplerin bulunması, İslâmın yorumlanmasında ve uygulanmasında geniş bir hukuk doktrininin ouşmasına ve onun evrensel bir boyut kazanmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.
Şu hususu da belirtmeden geçemiyeceğiz: Zikredilen mezhep sahiplerinin hiç biri bir hukuk mezhebi kuruyorum diye ortaya çıkmamış ve kimseye gel benim mezhebime katıl diye bir davette bulunmamıştır. Belki İslâm hukukundaki temayüzleri sebebi ile müslüman halk ve ilim adamları, onların sözlerine ve görüşlerine itimat etmiş, zamanla çevrelerinde meydana gelen ilim halkası birer mezhep haline dönüşmüştür. Zamanın değişmesi ile değişen bazı hükümler daha sonra gelen İslâm hukukçularınca fetva adı altında çözümlenmiştir.