PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Islâmiyetten Sonraki Türk Hukuku



Yalın
22/12/2007, 01:05
Takdim


Bilindiği gibi Türkler, dünya tarihinin en dinamik ve kudretli milletlerinden biridir. Üç kıtada çeşitli kültür ve medeniyet sahaları içinde bir çok devletler kurmuş Türk Milletinin binlerce senelik hukuk tarihlerini böyle kısa sürede takdim edilmesi planlanan bir tebliğde incelenmesi mümkün değildir. Ancak "bir şey tamamen elde edilmezse onu tamamen terk etmek de doğru olmaz" kaidesince, belki büyük bir deryadan küçük bir katre misali Türklerin hukuk tarihinden bahsetmek belli bir zaruretin neticesidir. Zira geçmişini bilmeyen millet geleceğe hazırlanamaz.


Türkler, Avrupa ve Asya arasında uzanan bozkırların, at besleyen ve uzak doğu ile Önasya ve Ortaavrupa arasındaki istila ve göç yollarını yüzyıllarca kontrol altında bulundurmuşlardır. Atlı, göçebe ve savaşcı bir millet olarak tanınan Türklerin, büyük bir kolaylık ve süratle tarihî kültür sahalarının birinden diğerine geçmeleri ve yerleşmeleri tarihçileri şaşırtmıştır. Bu nedenle Türklerin tarihlerinin her safhasında, her çeşit medeni teşkilattan mahrum ve göçebe geleneğinden kurtulamamış basit askerler olarak kaldıkları zannedilmiştir. Türklerin Memleketi veya Turan Ülkesi diye adlandırılan Türkistanda avcı veya göçebe olarak yaşayan ve müslüman olmayan Türklerin bir hukuk sistemi varmıydı? Timur'un oğlu Şah Ruh Mirza'nın yaptırdığı bir araştırmaya dayanarak Türkler'in "Nice bin yıldır icra olunan" kanunlara sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bizim üzerinde duracağımız konu bu değildir. Biz, burada sadece Türklerin müslüman olduktan sonraki hukuk sistemleri üzerinde duracağız.


Gerçekten Türklerin tarihçe-i hayatlarında İslâmiyetin tesiri altındaki hukuklarının ayrı bir önemi vardır. Türkler fasılasız olarak tam 986 yıl İslâm hukukunu uygulamışlardır. Ayrıca bu konuda daha önceki hukuk sistemlerine nazaran daha fazla ve sağlam bilgilere sahip bulunmaktayız. Yine İslâm hukuku, 1926 yılına kadar Türkiye'de uygulanmış ve bugün hâlâ bir kısım İslâm ülkelerinde uygulanmaktadır. Bu nedenle hem tarihî hem de güncel bir mevzudur.


Bilindiği gibi başlangıçta Türkler İslâmiyete biraz soğuk bakmışlardır. Ancak zeki bir millet olan Türkler, Müslümanların hakimiyetlerinin sağlam esaslara dayandığını ve müslümanların idaresi altında Ön ve Orta Asya arasında medenî ve ticarî münasebetlerin kolaylığını görünce, İslâm dinine karşı ilgi duymaya başlamışlardır. Bir kısım küçük Türk beyliklerinden sonra Orta Tiyanşan'da yaşayan Karahanlılar'ın güçlü hakanı Saltuk Buğra Han "Abdülkerim" adını alarak 920 yılında İslâm dinini kabul etmiştir. İşte bu olay nice yüzyıl sürecek olan Türk tarihinin kaderini değişmiştirmiştir. 940 yılında devlet olarak İslâm hukukunu uygulamaya başlayan Karahanlılar, ilk Müslüman Türk Devleti olarak tarihe geçmişlerdir.


Türkler, müslüman olduktan sonra küçüklü büyüklü 100'e yakın devlet kurmuşlardır. Bunların en uzun ömürlüsü ise 625 yıl ile Osmanlı Devleti olmuştur. Hem İslâm hukukunu uygulayan son Türk devleti hemde en uzun ömürlüsü olması açısından Osmanlı Devletinin, Türk-İslâm Devletleri arasında ayrı bir yeri ve önemi vardır.


Türklerin müslüman olmasının Türk Hukuk Tarihi açısından önemli sonuçları vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:


1-Daha sonra Selçuklu ve Osmanlılarla üç kıtaya hakim olacak Türkler'in, hakimiyet merkezi Moğolistan'dan Doğu Türkistan'a nakledilmiş, böylece açık denizlere ulaşmak için bir başlangıç yapılmıştır.


2- İslâmiyeti safiyetinden uzaklaştırmak isteyen Sasanilerin sinsi planları gerçekleşememiş ve İslâmiyet günümüze kadar ilk günkü safvetini korumuştur. Karmatiler, Zerdüştiler ve benzeri fesat çetelerine karşı Bağdat'daki Abbasi halifeleri bizzat Oğuzlar ve diğer Türk kabilelerine mektuplar göndererek onları "İslâm'ın Kılıncı" olmaya davet etmiştir. Türkler de asırlar boyu bu vazifeyi seve seve yerine getirmişlerdir.


3- Kendilerini İslâmı korumak için Allah'ın ordusu kabul eden Türk milleti, sadece cephelerde kılıç sallamakla kalmamıştır. Kıyamete kadar en etkili silah olan ilimde zirveye ulaşmış ve İslâm dininin her meselesinde en isabetli araştırmaları yapmışlardır. Böylece onu gelecek nesillere aktarmakta da büyük vazifeler yüklenmişlerdir. Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife'nin en mümtaz talebesi İmam Muhammed'in altı temel eserine sadece Karahanlılar zamanında üçyüze yakın şerh yazılmıştır. Bu eserlerden Serahs'lı Muhammed'in günümüzde de en önemli İslâm hukuku kaynağı olmakta devam eden 30 ciltlik "Mebsut" isimli eseri tam bir hukuk abidesidir. İslâm hukukunun bütün meseleleri bu kısa Karahanlılar döneminde öylesine vuzuha kavuşturulmuştur ki, Osmanlılar dahil olmak üzere daha sonra gelen bütün Türk-İslâm devletlerinde hukukçuların ana kaynağı, bu devirde telif edilen hukuki eserler olmuştur.


4- İslâmı ve İslâm hukukunu ilk benimseyen Türk devleti olan Karahanlılar, ameldeki dört hak mezhepten Hanefi mezhebini kabul edip uygulamışlardır. Bunun sonucu olarak daha sonraki Türk-İslâm devletlerinde istisnai haller dışında hep bu mezhebin görüşleri kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Bugün dünya yüzeyinde yaşayan müslümanların çoğunluğunun Hanefi olması da aynı sebebe dayanmaktadır.


Osmanlının son zamanlarında İslâm hukukunun modern kanunlar haline getirilmesi çalışmalarının başı olan Mecellede de yine hanefi hukukçularının görüşleri esas alınmıştır. Mecelleden sonraki çalışmalarda bilhassa Hukuk-ı Aile Kararnamesinde diğer mezheplerin görüşlerine de müracaat edilmiştir. Yine Mecelleyi tadil ve ikmal etmek için yapılan çalışmalarda da zamanın zaruretleri de nazara alınarak Hanefi mezhebi ile bağlı kalınmayacağı hükme bağlanmıştır. Daha sonra bu çalışmalar kanunlaşamadan ilgili komisyonlar lağvedilmiştir.


Ancak hemen belirtelim ki, Türkler hiç bir zaman mezhep taassubuna girmemiş ve diğer mezhep hukukçularının görüşlerine de gereken hürmeti göstermişlerdir. Hatta Osmanlı Devletinde Mısır gibi şafi mezhebine mensup beldelere kadı tayin edilirken kadının da şafii olmasına dikkat edilmiştir. Ayrıca kadı huzuruna gelen taraflara ilk sorulan suallerden biri hangi mezhebin usulüne göre yargılanmak istediği olmuştur. Yine devletin çeşitli meselelerinde Hanefi mezhebinde konu ile ilgili görüş bulunmadığı hallerde diğer mezheplerin görüşlerine müracaat edilmiştir.


Burada üzerinde durulması gereken üç şey vardır: 1- İslâm Hukuku nedir? Özellikleri, diğer hukuk sistemlerinden farkları nelerdir? 2- Türkler İslâm hukukunu tam olarak uygulamışlar mıdır? Uygulamışlarsa nasıl? Uygulamadılarsa neden? Şimdi bu sorulara sırası ile cevap arayalım.


İslâm Hukuku ve Özellikleri


Genellikle İslâm hukukunu ifade etmek için şeriat ve fıkıh kavramları kullanılmaktadır. Şeriat, Yüce Yaratıcı'nın elçileri vasıtasıyla kullarının mutluluğu için vaz' ettiği hükümler manasına gelmektedir. Görüldüğü üzere şeriat Allah'ın insanlara gönderdiği itikadi, ahlaki ve hukuki hükümlerin bütününü içermektedir. Bu nedenle sadece hukuki hükümleri içine alan fıkıh kavramının kullanılması maksadı ifade etmesi açısından daha isabetli olacaktır. Ne var ki, artık İslâm hukuku kavramı daha yaygın hale gelmiştir.


İslâm hukukunu diğer hukuk sistemlerinden ayıran bir takım özellikleri vardır. İlk olarak İslâm hukukunun menşei Allah'ın iradesidir. Her ne kadar İslâm hukukunun kaynakları Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas olarak belirtilse de netice itibarıyla hepsi de Allah'ın iradesi doğrultusunda noktalanmaktadır. Çünkü Kur'an bizatihi Allah'ın iradesidir. Hz. Peygamber ise Allahtan vahiy veya ilham almadan hüküm vaz' etmemektedir. İcma zaten var olan bir hükmün yorumlanmasıdır. Kıyas ise, benzetme yolu aynı hükme tabi kılmadır. Bu nedenle İslâm hukuku kutsaldır. Diğer hukuk sistemlerinin menşei ise genelde insan iradesidir. Bazı noktalar ilahi iradeye istinat etse de ifade ve değişkenlikleri itabıryla insanların iradesine dayanmaktadırlar.


İkinci olarak, İslâm hukukunun müeyyideleri diğer hukuk sistemlerinden farklı olarak düalist yani ikilidir. Dünyevi müeyyidelerinin yanında birde uhrevi müeyyideleri ile insanları çepeçevre sarmıştır. Her nasılsa dünyevi müeyyidelerden kurtulan kişi ahirette ilahi adalete hesap verme duygusu içinde olduğu için caydırıcılık unsuru diğer hukuk sistemlerine nazaran daha ağır basmaktadır. Bunun en çarpıcı örneğini Cuma vaktinde yapılan alış-veriş oluşturmaktadır. Bilindiği üzere cuma vaktinde yapılan alış veriş hukuken geçerli fakat diyaneten haram kabul edilmiştir.


İslâm hukukunun diğer önemli bir özelliği ise, değişken olmamasıdır. Bütün insanlara ve bütün zamanlara hitap etmekte, başka bir ifade ile yer ve zaman açısından evrensel bir nitelik arzetmektedir. Menşei ilahi olduğundan konulması ve kaldırılması tamamen ilahi iradenin çizdiği sınırlar içinde olmaktadır. Zaten genel esasların değişmesi ve değiştirilmesi söz konusu olamaz. Bütün insanlar eşittir, cezalar şahsidir prensiblerinde olduğu gibi. Kur'anda ve sünnette temellenmiş olan gerek özel hukuka gerekse kamu hukukuna ait hükümlerin de değişmesi ve değiştirilmesi mümkün değildir. Çünkü İslâm inancına göre Allah ve onun elçisi her şeyin en doğrusu bilendir ve mutlaka insanların yararına olan hükümler vaz' etmişlerdir. Teferruata ilişkin olan ve kitap ve sünnette tanzim edilmemiş olan hükümler ise yere ve zamana göre değişiklik arzedebilir. Nitekim Mecellede bu husus " Azmanın tağayyuru ile ahkamın tağayyuru inkar olunamaz" şeklinde ifade edilmiştir. Örf ve adet kaideleri bunun en güzel misalidir. Çünkü bir yerde örf ve adet haline gemiş olan bir hususun başka bir yerde örf ve adet haline gelmemesi veya tam aksinin örf ve adet haline gelmesi normaldir. Zaten hayatla birlikte değişen de bu nevi kurallardır. Yoksa cezaların kanuniliğinin, şahsililiğinin yere ve zamana göre değişmesi düşünülemez.
devamı var

Yalın
22/12/2007, 01:09
İslâm Hukukunun Kaynakları


Hukukun kaynağı denilince, hukuk kaidelerinin nereden geldiği ve dayanağının ne olduğu kasdedilmektedir. Bu manada İslâm hukuku kaynaklarını asli va tali olmak üzere ikili bir ayrıma tabi tutarak incelemek mümkündür. Asli kaynaklardan maksat, Kitap (Kur'an), Sünnet, İcma ve Kıyastır.


Kitab'ın diğer adı İslâmın temel kitabı olan Kur'andır. Kur'an Hz. Peygambere 610 yılında inmeye başlayan ve 23 yıl peyderpey inen kutsal kitabın adıdır. Kur'an, İslâmın en temel normu, başka bir ifade ile anayasasıdır. Ne var ki, buradaki anayasa kavramı bugünkü anlamından biraz farklılık arzetmektedir. Zira her ne kadar en genel norm anlamında ise de zaman zaman teferruata ilişkin hükümlere de yer verilmiştir. Asıl metodu genel prensipler vaz' edip kalan kısmın zamanın yüksek otoritesi tarafından kullanılmasıdır. Hz. Peygamber hayatta iken bu yetkiyi kullanmıştır. Ondan sonra gelen halifeler de bu yetkiyi kullanmışlardır. İleride de belirtileceği üzere Türk-İslâm özellikle de Osmanlı kanunnamelerinin hukuki dayanağı işte Kur'anın bu prensibidir. Kısaca Kur'an, genel bir kanun kitabı olmaktan ziyade bir maslahat kitabıdır. Yani onda ihtiyaç duyulan şeylerin en önemlilerine küçük büyük demeden yer verilmiştir.


Ayrıca o sadece bir kanun kitabı değildir. Hukuki hükümlerin yanında itikadi hükümlere yer verildiği gibi ahlaki hükümlere de yer verilmiştir. Hatta hukuki hükümler diğer hükümler yanında çok az (onda bir kadar) yer kaplamaktadır.


Sünnet ise, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine denmektedir. Sünnetin ihtiva ettiği hükümler birbirinden farklıdır. sünnet, bazan Kur'anın vaz' ettiği hükümleri teyit eder. Bazan Kur'anın müphem bıraktığı meseleleri şerheder. Bazan Kur'anın genel hükümlerini kayıtlar. Bazan da Kur'anın hiç bahsetmediği yeni meseleleri hukuki çözüme kavuşturur.


Kur'anın indirildiğinde çeşitli şeyler üzerine yazıldığını biliyoruz. Buna mukabil sünnet, yazılmamasına rağmen bize kadar nasıl ulaşmıştır? Hemen ifade edelim ki, müslümanlar Hz. Peygamber'in sünnetini nakletmede olağanüstü titizlik göstermişlerdir. Öyle ki, sünnetin nakli ile ilgili bir ilim dalı dalı (Hadis Usulü) dahi teşekkül etmiştir. İftiharla belirtelim ki, burada da en büyük rolü yine Müslüman Türkler oynamışlardır. Buhari ismi ile meşhur hadis kitabı en sağlam kabul edilen altı kitabın en meşhurudur ve Buharalı bir alim tarafından vücuda getirilmiştir.


İcma-ı ümmet de denen icma, ittifak etmek anlamına gelmektedir. Hukuki kavram olarak aynı asırda yaşayan müslüman ve müçtehit hukukçuların herhangibir şer'i hüküm üzerinde ittifak etmelerine denmektedir. İcma, bazan Kur'an ve Sünnet'teki hükmü teyit eder, bazan da açıklığa kavuşturur. Bir meselenin icma olarak kabul edilebilmesi için, irade açıklayanların müslüman ve müctehit olması, bu şartlara haiz olanların bütününün ittifak etmeleri, durumun Hz. Peygamber'in vefatından sonraki bir dönemde meydana gelmesi ve icmanın konusunu şer'i bir meselenin teşkil etmesi gerekir. İcma sarih olabileceği gibi zımni de olabilir.


Kıyas'a gelince, aralarında illet benzerliğinden dolayı, hakkında açık hüküm bulunan şer'i bir meselenin hükmünü diğerine de uygulamaktır. Kısaca kıyas bir içtihat hadisesidir ve iki mesele arasındaki illet benzerliğini bulma gayretidir. Sanırım burada İslâm hukukunda içtihat hususunda biraz bilgi vermek yerinde olacaktır.


Bilindiği gibi içtihat, müçtehit hukukçunun İslâm hukuku kaynaklarına dayanarak hüküm çıkarmasına denmektedir. Kitap ve Sünnet'te hukuki bir mesele hakkında açık hüküm bulunmadığı zaman meseleyi çözümleyebilmek için ehliyetli kişilerce içtihat yapmak gerekir. Öyleyse içtihat, İslâm hukukunun dinamizmini, canlılığını başka bir ifade ile hayata uymasını sağlayan en önemli unsurdur. Zira yüzyıllar sonra ortaya çıkacak bir mesele hakkında her zaman Kur'an'da ve Sünnet'te hüküm bulmak mümkün değildir.


İşte bu boşluğu doldurma görevi müçtehit hukukçunundur. Bu, devlet başkanı olabileceği gibi sıradan bir vatandaş ta olabilir. Ancak içtihat edebilme ehliyetine sahip olması gerekecektir. Görüldüğü üzere İslâm hukuku teferruata ilişkin hükümlerin doldurulmasını dahi ehliyetli ellere bırakmıştır.


Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Acaba her devirde özellikle günümüzde içtihat yapmak mümkün müdür?


Bu soruyu cevaplandırabilmek için müçtehitler arasında bir ayrım yapmak gerekecektir. İlki mutlak müçtehittir. Dört mezhebin kurucuları gibi. İkincisi, mezhepte müçtehittir. Belirli bir mezhebin metodlarına bağlı olarak içtihat yapanlar. Ebu Yusuf ve İmam muhammed gibi. Üçüncüsü, meselede müçtehiddir. Bütün İslâm hukukunda olmasa da belirli konularda içtihat yapabilen hukukçulardır. Serahsi, Halvani gibi. Dördüncüsü, tahriç sahibidir. İçtihat yapamayan ancak bir kaç manaya gelebilen görüşleri izah edebilen hukukçudur. Yine Türkistanlı Kasani ve Merginani gibi. Beşincisi, tercih sahibidir. Mevcut görüşlerden birini tercih edebilen hukukçudur. Ebussud ve İbni Kemal gibi. Altıncısı, temyiz sahibidir. Muteber olan ve olmayan görüşleri ayırabilen hukukçudur. Halebi gibi. Yedincisi, sırf mukallitdir. Eski hukukçuların görüşlerini sadece nakleden hukukçudur.


Bu ayrımı yaptıktan sonra 9. veya 14. asırda içtihat kapısı kapanmış mıdır, sorusuna cevap arayabiliriz. Tarihi bir vakıa olarak kapandığı iddia edilen kapı sadece mutlak müçtehitlik kapısıdır. İslâm hukukçuları yeni bir mezhebin tesisi için yeni bir içtihat usulünün vaz'ına karşı çıkmışlardır. Sonu gelmeyecek yeni usuller ve mezhepler sebebi ile hiçbir lüzum ve zaruret olmadan boş münakaşaların ortaya çıkmasını istememişlerdir. Yoksa diğer içtihat çeşitleri İslâm hukukunun dinamizmini sağlayan en önemli kurumdur. Bunların en güzel misallerini ise kütüphaneler dolusu fetva mecmuaları teşkil etmektedir.

Yalın
22/12/2007, 01:09
Tali Kaynaklar


İslâm hukukunda bütün mezheplerce kabul edilen asli kaynaklarının yanında, bazı mezheplerce kabul edilen, buna rağmen diğer bir kısım mezheplerce kabul edilmeyen kaynaklar da vardır ki, bunlara tali kaynaklar denmektedir. İslâm hukukunda ve özellikle İslâmiyetin tesiri altındaki Türk hukukunda sık sık başvurulan bu kaynaklara kısaca da olsa yer vermeden geçemiyeceğiz.


Bu kaynakların başında İstihsan gelmektedir. Bir şeyi güzel görmek anlamına gelen İstihsan, müctehit hukukçunun zaruret, muteber bir örf-adet kaidesi veya daha kuvvetli bir kıyas sebebi ile kapalı kıyası açık kıyasa veya özel bir hükmü genel bir hükme tercih etmesidir.Osmanlı hukukunda uzun tartışmalara sebep olan nakit para vakfı bunun en güzel misalini teşkil eder.


Tali kaynakların ikincisini İstislah, bugünkü adı ile amme maslahatı teşkil eder. Amme maslahatı bütün hukuk sistemlerinde kanun yapma faaliyetlerinin temelini teşkil eder. İslâm hukukunda kanun koyucu Allah ve O'nun Peygamberidir. Ancak bu kanun koyucular tarafından bazı konulardaki yasama yetkisi zamanın ülülemrine verilmiştir. Ülülemr, kendisine verilen bu içi boş yasama yetkisini kullanırken amme maslahatını esas alacaktır. Ammenin muhtaç olduğu bazı menfeatlerin temini ve ammeye zararlı olan şeylerin bertaraf edilmesi hep amme maslahatına istinaden yapılmıştır. Osmanlı Kanunnamelerinde had ve kısas cezalarının yanında siyaset adı altında verilen cezalar işte bu prensibe istinat etmektedir.


Bu nedenle amme maslahatı örfi hukukun temelini teşkil etmektedir. O halde eski Türk sultanlarının iki dudağı arasından çıkan kanunlar belirli bir prensibe dayanmaktadır. Yoksa keyfi bir uygulama değildir. Burada yeri gelmişken şu hususa da temas etmek gerekecektir. Türk-İslâm devletlerinde bu arada özellikle Osmanlı Devleti zamanında sultanların bir takım kişileri idam ettirdiği bilinmektedir. Acaba bunlar sultanların keyfi bir uygulamaları mıdır? Yüzlerce Osmanlı kanunnamesi ve milyonlarla şeriyye sicilleri şahittir ki, Osmanlı devletinde "kadı marifetinsüz" kimsenin bırakınız şahsı tavuğu bile kesilmemiştir. Bu nedenle devlete ve millete ihanet eden, sarayda çeşitli entrikalar çeviren insanların yargılanarak idamına karar verilmelerinde ve bunların icra edilmesinde yadırganacak bir durum olmasa gerektir. Bunu ile sürenler neyi savunduklarının farkında bile değillerdir. Yani bıraksalardı da devleti fesat çeteleri mi yönetseydi? Uygulamadaki bir kaç şahsın hatasını tarihe mal etmek doğru bir davranış olmasa gerektir.


Ayrıca ülülemre vergiler koymak, tapu kadastro muameleleri, nüfus sayımı vb. idari tasarruflar, mahkemelerin yetki ve görevlerinin belirlenmesi gibi adli düzenlemeler ve gerektiğinde diğer mezhep hukukçularının görüşlerine müracaat etmek gibi gibi yetkiler de verilmiştir. Binaenaleyh bu hususlar hep amme maslahatı prensibine dayanmaktadır. İslâm kolaylık dinidir ve bir şeyin yasak olduğuna dair delil bulunmadıkça caiz olması esas prensiptir. O halde İslâm da yasaklandığına dair hüküm bulunmayan hallerde amme maslahatı gereği hareket ederek hükümler koymak İslâm hukukuna aykırılık teşkil etmez.


Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması, eski hukuk sistemleri, sahabelerin görüşleri, genel hukuk prensipleri ve örf ve adet kaideleri de tali kaynak olarak kabul edilmiştir.

Yalın
22/12/2007, 01:10
İslâm Hukukunun Tarihi Devreleri



a) Türkler'in Müslüman Olmasından Önceki Devre



İslâm hukuku doğuşundan günümüze kadar bir kısım devreler geçirmiştir. Bir şeyin başlangıcı ve geçirdiği devreler incelenmeden o şeyin hakkı ile anlaşıldığı söylenemez. Bu nedenle İslâmiyetten sonraki Türk hukukunu daha iyi kavrayabilmek için bu hukukun doğduğu ortama ve doğuş şekline bakmak gerekecektir. Gerçekten İslâm, insanlığın kelimenin tam anlamı ile bir buhran geçirdiği, kızların diri diri toprağa gömüldüğü, kadına insan nazarı ile bakılmadığı, bir erkeğin sayısız kadınla evlenebildiği, bir kadının da sayısız erkekle birlikte olabildiği, kısacası M. Akif'in ifadesi ile "kaplanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bin insan onu kardeşleri yerdi" dediği bir ortamda gelmiştir. Hak ve hukuk tanımaz bu bedevi topluluğu insaniyet mertebesine çıkaran İslâm olmuştur.



Gerçekten bugünkü insanlık insan haklarından, kadın haklarından tutun da çevre hakkına kadar ne kadar insani duygu ve düşünce varsa hepsini İslâma borçludur. Yeri gelmişken ifade edelim, günümüzdeki yanlış kanatin aksine insana insan olarak bir takım haklar tanıyan, kadının ayağının altına cenneti koyan, evlenmeyi sınırlayan hep İslâm hukuku olmuştur. İslâm tek evliliği dörde çıkarmamış, sayısız evliliği dört ile sınırlamıştır. Hatta birden fazla evlenmeyi de adalet gibi önemli bir şarta bağlamıştır.



Ayrıca köleliği İslâm tesis etmemiş, hatta ortadan kalkması için çeşitli yollar öngörmüştür. Bunların başında yapılan hataların çoğuna ceza olarak bir köle azad etmeyi bir müeyyide olarak öngörmüş olması gelmektedir. Ayrıca kölelik sebebini bire indirmiştir. O zamana kadar borçluluk, ihtiyaç, kuvvetlilik gibi bir çok sebeple köle olabilen insanların sadece savaş yolu ile esir alınmasını caiz görmüştür. Yine kitabet (para karşılığı hür olma akti), vasiyet ile kişinin öldükten sonra kölesinin hürriyete kavuşması ve efendisinden çocuk sahibi olan cariyenin hür olması gibi yollarla kölelere hürriyetin yollarını açmıştır. O halde İslâm daha kalıcı bir yol izlemiş, dünyanın her yerinde yaygın olan köleliği bir çırpıda kaldırıp, kafesten salınan kuşlar gibi köleliğe alışmış insanları başkalarına yem etmemiş, hürriyete alıştırarak onlara bu hakları tanımıştır. Ancak öylesine haklar vermiştir ki, köleler neredeyse imtiyazlı bir duruma gelmişlerdir. "Yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin" gibi



Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Bütün bu haklar İslâm da vardı da neden dünyaya belgeler halinde ilan edilmedi? Böyle bir soruya tek cümle ile cevap vermek gerekirse, "var olan şeyin ilanına gerek görülmemiştir" denilebilir. Gerçekten malumu ilana gerek yoktur. İnsanlar olmadığı halde elde ettikleri şeyi ilan ederler.



O halde her hukuki müesseseyi kendi yeri ve zamanı içinde ele almak gerekir. Aksi çabalar bizi hatalı değerlendirmelere götürebilir.



İslâmiyet ilk olarak 610 yılında Hz. Peygamber'e gelmeye başlamıştır. 23 yıllık Hz. Peygamber dönemi kelimenin tam anlamı ile "Asr-ı Saadet" yani "Mutluluk Asrı" olmuştur. Bütün hukuki problemler vahiy ya da bizzat Hz. Peygamber tarafından çözümlenmiştir.



Bu dönemi takib eden Raşit Halifeler devri de İslâm hukukunun teşekkülü açısından önemlidir. Kur'an bu devirde toplanmış, sünnet daha net bir şekilde ortaya konmuş ve Hz. Peygamberin rahle-i tedrisinde yetişen İslâm hukukçuları İslâm hukukundaki içtihadi boşlukları doldurmaya başlamışlardır.



Raşit halifeler dönemini takib eden tabiiler devrinde özellikle hadislerin derlenmesi ve içtihadi meseleler ağırlık kazanmış ve bu durum mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Önemine binaen İslâmda mezhepler üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekecektir.



İslâmda Mezhepler



Mezhep kelimesi gidilen yol anlamındadır. İslâm hukukunda da çeşitli fikir akımlarına da mezhep denmiştir. Mezheperi itikada (inanca) ve amele ait olmak üzere ikiye ayırarak ele almak mümkündür. Burada bizi ilgilendiren ameli mezheplerdir. Bilindiği gibi İslâmda mezhepler, Kur'an ve sünnetin açıkca düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tesbitinde yani içtihatta ortaya çıkmıştır. Yoksa İslâmın temel meselelerinde birlik söz konusudur.



Bilindiği üzere amelde mezhepler dört tanedir. Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki. Bunların her birisinin metodunu ve kurucularını incelemeye burada zamanımız yetmez. Ancak özet olarak şunu ifade edelim ki, İslâmda böyle farklı mezheplerin bulunması, İslâmın yorumlanmasında ve uygulanmasında geniş bir hukuk doktrininin ouşmasına ve onun evrensel bir boyut kazanmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.



Şu hususu da belirtmeden geçemiyeceğiz: Zikredilen mezhep sahiplerinin hiç biri bir hukuk mezhebi kuruyorum diye ortaya çıkmamış ve kimseye gel benim mezhebime katıl diye bir davette bulunmamıştır. Belki İslâm hukukundaki temayüzleri sebebi ile müslüman halk ve ilim adamları, onların sözlerine ve görüşlerine itimat etmiş, zamanla çevrelerinde meydana gelen ilim halkası birer mezhep haline dönüşmüştür. Zamanın değişmesi ile değişen bazı hükümler daha sonra gelen İslâm hukukçularınca fetva adı altında çözümlenmiştir.

Yalın
22/12/2007, 01:26
b) Türkler'in Müslüman Olmasından Sonraki Devre


İslâm alemini Zerdüştlük ile birleşen Karmatilerin istilasından ve İslâmi eserlerde kendilerine Türkistan Hakanları, Al-i Efrasyab veya İlk Hanlar da denilen Karahanlılar, İslâm hukukunun en büyük ekolü olan Hanefi mezhebini benimsemişlerdir. Bu mezhep içerisinde zirveye ulaşan birden fazla Türk asıllı hukukçu vardır. İtikatta hak olan iki mezhebten birinin kurucusu olan Maturidi bunların başında gelmektedir. Bir diğeri İmam Muhammed’in kitaplarına şerh yazan El-Hakim'üş-Şehid'dir. Yine bir diğeri Hanefi mezhebinin ikinci İmam-ı Azam'ı unvanına layık görülen Salih El-Halvani'dir. Bunların sayısını çogaltmak mümkündür. Ancak bu kısa tebliğde daha fazla ayrıntıya inmeyi gerekli görmüyoruz.


Kısaca belirtmek gerekirse, Karahanlılar devrinde Semerkant, Keş, Buhara, Serahs gibi Türkistan şehirleri birer ilim merkezi haline gelmiştir. Hanefi mezhebinin temel esasları dolayısıyla İslâm hukuku bu merkezlerde en ince teferruatına kadar incelenmiştir. Bunda Müslüman-Türk devlet adamlarının hukukçulara gösterdiği iltifatın büyük payı vardır.


Daha sonra Selçuklular devrinde yine İslâm hukuku bütün yönleri ile uygulanmıştır. Hatta Müslüman Türkler tarafından İslâm hukuku alanında hazırlanan ilk resmi hukuk kodu devrin sultanı Melikşah tarafından hazırlattırılmıştır(1072-1092). Bu dönemin en önemli eseri günümüzde dahi en önemli kaynaklar arasında yer alan Nizamül Mülk'ün Siyasetname'sidir.


Ne var ki, bu dönemde yavaş yavaş müctehit imamlar devrindeki hukuki gelişmeler durmuş ve artık taklit devri başlamıştır. Hatta 1258 Moğollar'ın İslâm aleminin ilim merkezi olan Bağdat'ı işgal etmeleri ile İslâm hukukunda fetret devri başlamıştır. Başka bir ifade ile, bu devirdeki çalışmalar tamamen şekilden ibaret kalmıştır.


Diğer küçük Türk devletlerindeki hukuki gelişmeleri buraya almayı gerekli görmüyoruz. Zira Türk-İslâm hukuk tarihinde en önemli yeri kaplayan Osmanlı devletindeki hukuki gelişmeler bu devletlerin uygulamalarını da ışık tutacaktır.


Osmanlı Devri


Bilindiği üzere Osmanlı Devleti tam 625 sene hüküm sürmüş ve bu uzun devrede bir kısım istisnalar nazara alınmazsa İslâm hukukunu uygulamıştır. Osmanlı hukuku ile ilgili araştırmalarda genellikle Tanzimattan önce ve sonra olmak üzere ikili bir ayrım yapılır. Bunun sebebi basittir. Gülhanede 1839 da Sultan Abdülmecit zamanında okunan bir fermanla devletin hukuki, iktisadi ve ictimai alanlarında bir kısım değişim ve yenileşme temayülleri öngörülmüştür.


Osmanlı Devletinin başlangıcından tanzimata kadar ki döneminde İslâm hukukunu uyguladığı rahatlıka söylenebilir. Bilhassa özel hukuk alanında tam bir uygunluk söz konusudur. Kamu hukukuna gelince burada üzerinde durulması gerekli bir kaç önemli mesele vardır:


Kanunnameler:


Tanzimattan önceki müslüman Türk devletlerinin hemen hemen tamamında padişah veya sultanlar bir kısım emirler daha doğrusu kanunnameler çıkarmışlardır. Acaba bunların şer'i dayanağı var mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için İslâm hukukunun ülülemre yetkilere şöyle kısaca bir göz atmak gerekecektir. Bu yetkileri şu şekilde sıralamak mümkündür: Şer'i hükümleri kanun haline getirmek, mevcut içtihatlardan birini tercih etmek ve kendisine tanınan sınırlı yasama yetkisini kullanmaktır. İşte Müslüman Türk sultanları kendilerine tanınan bu yetkileri amme maslahatını da nazara alarak kullanmışlardır. Bu durum, örfi hukuk olarak da adlandırılmıştır. Ancak uygulamada bazı aksaklıkarın olduğu, bu nedenle bütün sultanların tam anlamı ile şer'e riayet ettikleri söylenemez

Yalın
22/12/2007, 01:30
Kardeş Katli



Burada şöyle bir soru daha akla gelmektedir? Özellikle Osmanlı Sultanlarının kardeşlerini katletmelerinin şer'i bir dayanağı var mıdır? Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet'in konu ile ilgili kanun hükmü şöyledir: " Her kime ki, evladımdan saltanat müyesser ola, nizam-ı alem için kardeşlerin katletmeği ekseri ulema tecviz etmişlerdir". Bilindiği üzere, İslâm hukukunda devlete isyana bağy denmekte ve had suçu kabul edilmekte ve suçlular öldürülmektedir. Bu nedenle devlete isyan edenler kardeş dahi olsa öldürüleceklerdir. Maksat nizamı alem yani kamu düzenidir. Ancak bir kişiye bu cezanın verilebilmesi için unsurlarının tam olarak teşekkül etmesi gerekir. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Osmanlı devletinde bazan suçun unsurları oluşmadan da kardeşler katledilmiştir. Ancak bu kanun hükmünün şeriate aykırı olduğunu göstermez. Nitekim günümüzde de hukuka aykırı bir çok işlem yapıldığı herkesin malumudur.



Tanzimat Osmanlı devletinde bir dönüm noktasıdır. 1839 da ilan edilen bir fermanla Türk hukukunda ve teşkilatında Avrupa örnek alınarak bir kısım değişikliklere gidilmiştir. Burada Osmanlı Sultanlarının İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı sınırlı yasama yetkilerini aştıkları söylenebilir. Fakat burada devletin içinde bulunduğu siyasi, iktisadi, içtimai şartları ve batının tesirini de hesaba katmak gerekir.



Sonuç



Yukarıdaki kısa izahlardan da anlaşılacağı üzere Türkler, diğer milletler gibi tek vatanlı ve tarih boyu birbirini takip eden tek devletli bir millet değildir. En önemli dönüm noktaları Müslüman olmalarıdır. Türkler müslüman olduktan sonra bazı istisnalar dışında İslâm hukukunu tatbik etmişlerdir. Asırlar boyu İslâmın müdafii olmuş ve onun günümüze kadar saffetini korumasında önemli roller oynamışlardır. Gerçekten İslâm hukuku sahasında en önemli eserleri meydana getirenler Müslüman Türk hukukçuları olmuştur. En son yapmış oldukları Mecelle benzeri meydana getirilemez bir şaheser olarak karşımızda durmaktadır.



Müslüman Türkler özel hukuk alanında hemen hemen istinasız İslâm hukukunu uygulamışlardır. Kamu hukukunda ise, gerek İslâm hukukunda bu konuyu düzenleyen hükümlerin azlığı gerekse Türklerin büyük devlet tecrübeleri geniş bir örfi hukukun teşekkülüne zemin hazırlamıştır. Genel olarak Müslüman-Türk sultanları İslâm hukukunun ülülemre tanıdığı sınırlı yasama yetkilerini amme maslahatını nazara alarak kullanmışlardır. Bunun neticesi olarak ortaya çıkan Osmanlı toprak sistemi dünyada benzerine rastlanmayacak mükemmelliktedir.



Bunun yanında bilhassa uygulamadan doğan aksaklıkların olduğunu da belirtmek gerekir. Saltanatın babadan oğula geçmesi İslâm hukukunda benimsenen bir metod olmasa da tamamen yasaklanmış bir durum da değildir. Asıl olan ehliyettir. Ehliyetli olduktan sonra kişi oğlunu, oğlan da babasını veliaht tayin edebilir. Özellikle Osmanlı sultanları arasında ehliyetsiz kimseler olsa bile hiçbirisi vatanına ihanet etmemiştir. Zira Türklerde vatan ve bayrak sevgisi her şeyden önde gelmektedir. Öyle ki, vatanın ve milletin selameti için kardeşlerinden olmayı dahi göze alabilmişlerdir. Aslında bu büyük bir fedakârlıktır. Bununla birlikte insan unsurunun girdiği her yerde süistimaller her zaman olmuştur ve olmaya da devam edecektir.



Bu aziz milletin geçmişini saygıyla yad eder, geleceğinin daha aydın olmasını dilerim.



Osman Kaşıkçı- Bişkek 1993
1993 Yılında Bişkek’te verilmiş olan Tebliğ metnidir
Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr Osman KAŞIKÇI

Yalın
22/12/2007, 01:39
türklerin ana yurdu
Türkler M.Ö. 2000 yılından daha eski çağlarda, Orta Asya’da Sayan-Altay dağlarının kuzeybatı bölgesinde, Ye-nisey ırmağı boylarında yaşıyorlardı. M.Ö. 1500′lerde oturdukları geniş bölge Sayan dağlarından Altaylar’a ve tanrı dağlarına kadar iniyor, batıda Urallar’a kadar uzanıyor, güneyde Balkaş gölünü, güneybatıda Aral gölünü, Hazar denizini ve kuzeydoğu bozkırlarını içine alıyordu.
M.Ö. 1100 yıllarından itibaren Türkler ilk yurtlarını boşaltarak Altaylar’a inmiş, Türkistan’a (Doğu ve Batı Türkistan) yerleşmişlerdi. M.Ö. yedinci yüzyılda, Ordos, Volga ve Kuzeybatı Asya olmak üzere üç yöne göç yapılmıştı: Yakut Türkleri Kuzeydoğu Sibirya’ya göç etmişti. Onlarla bir süre yaşayan Çuvaşlar ise batıya yönelerek Ural dağlarının güneyine indiler.https://resim.bilgicik.com/Turk_tarihi_ve_kulturu/turk_atlisi.gif
M.Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda Türkler hem batıda, hem doğuda yoğun olarak göründüler. İrtiş nehrinin batısında ve Hazar çevresinde yaşayanlara Batı Türkleri; doğuda, iç Asya’nın çeşitli yerlerinde ve kuzeybatı Çin’de yaşayanlara ve buralara hâkim olanlara Doğu Türkleri denildi.
• Yayılma sebepleri
Türkler yaradılış olarak taşkın ruhlu, çok hareketlidirler. Fakat göçlerin asıl sebebi bu özellikleri değildir. Türk göçlerinin ilk sebebi ekonomiktir. Nüfusun artması, anayurt topraklarının büyük hayvan sürülerini otlatmaya yetmez hâle gelmesi ve kuraklıkların hüküm sürmesi asıl sebeptir. Bu yüzden, hem nüfusları az, hem de toprakları çok verimli olan komşu ülkelere doğru ilerlediler. Başlangıçta ele geçirdikleri yeni topraklar hemen hemen ıssızdı ve bunlara sahip görünenler de o verimli yerleri öylece bırakmışlardı.
Bazen Türkler de yabancıların baskısına uğruyor ve özellikle bozkır hayatı yaşayan boylar yurtlarını terketmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü, yabancı bir devletin idaresinde olmak, bağımlı yaşamak onların katlanabileceği bir durum değildi ve hür ve bağımsız kalmak Türklerin asıl özelliği idi.
İlk büyük Türk İmparatorluğu’nu kuran Hunların, Orhun-Selenga ırmakları ile bu ırmakların batısındaki Ötüken ve daha aşağıda kalan Ordos çevresinde oturduklarını biliyoruz. Bu bölge, bugünkü Moğolistan’ı ve Kuzey Çin’i içine alır.
Milâttan önceki yüzyıllarda başlayan Hım yayılması, milâttan sonra da devam etti. Türkler, çağ çağ çeşitli adlar verdikleri devletlerinin egemenlik sınırını doğuda Büyük Okyanus’a, batıda Avrupa içlerine, kuzeyde Sibirya buzullarına, güneyde Hindistan içlerine ulaştırdılar. Bu yayılmanın ve göçlerin safhaları ana hatlarıyla şöyledir:
•M.S. 2. yüzyılda Hunlar Orhun bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a,
•M.S. 350 yıllarında Ak-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a,
•374′ten sonraki yıllarda Avrupa’ya,
•461-465 yıllarında Oğuzlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya ve aynı dönemde Sabar’lar Aral’ın kuzeyinden Kafkaslar’a,
•6. yüzyılın ortasında Avarlar, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya,
•669 yılından itibaren Bolgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a ve Volga nehri kıyılarına,
•830′dan itibaren Macarlar ve bazı Türk boyları Kafkaslar’ın kuzeyinden Orta Avrupa’ya,
•840′tan sonra Uygurlar Orhun bölgesinden İç Asya’ya,
•10. ve 11. yüzyıllar arasında Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Oğuzlar’ın bir kolu olan Uz’lar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a,
•10. yüzyılda Oğuzlar Orhun bölgesinden Seyhun nehri kıyılarına ve 11. yüzyılda Ma-veraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç ettiler. Bilindiği gibi Maveraünnehir Ceyhun ve Seyhun (Amuderya ve Sırderya) havzalarını içine alır.
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…

Yalın
22/12/2007, 01:46
türk adının anlamı
Türk Milleti’nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. “Türk” sözü tarihin en eski çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu.

Türkler’in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı “Türk” adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticeside Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy’da “Tik” vveya “Tikler” adıyla geçmeye başlamıştır.

Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy’dan öncede varolduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izaheden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.

Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre,
-Heredotos’un doğıu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB‘lar.
-İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE‘ler
-Tevratta adı geçen Togarma‘lar.
-Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA‘lar veya THRAK‘lar
-Esiki Ön Asya çivili metinleride görülen TURUKKU‘lar.
-Çin Kaynaklarında MÖ. I.yy’da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ‘ler
Bizzat “Türk” adını taşıyan Türk kavimleri olarak gösterilmektedir.

İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli “Zend - Avesta” rivayetleri ile İsrail menşeli “Tevrat” rivatetleride Nuh Peygamber’in torunu olan Yafes’in oğlu “Türk” ile İran rivayetlerideki Feridun’un oğlu “Türac” veya “Tur”un soyu Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.

“Avesta”da yer alan “Ebül Beşer”den (1) ,Cemil ve oğu Ferdiun’dan bahsedilmektedir. “Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma!a bugünkü İran ve havalisi, Irak’a bugünkü Irak ve havalisi ,Turak’a ise Orta Asya ve Çin havvalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm’a saldırarak İran ve havalisini almış,dahasonra Turak’a saldırmıştır.

Irak, Turak’ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak’ın torunu “Afrasyap”(2) Irak torunun “Muncihir”i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra ceyhun nehri doğusunda “TURAN”, batısına da “İRAN” denmiştir.
Tevrat rivayetleride ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş.Yafes’e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan “TÜRK” e bırakmıştır.
Görülmektedirki Hz. Adem devrina yakın zamanlarda Turak(Türk)‘den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğunndan ve Saka İmparatorluğu Kağa’nından bahsedilmektedir.

Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan “Türk” kelimelerinden ,Türk adının ne kadar eski olduğu ortaya çıkmaktadır.

MÖ XIV. yy’da yer alna “Tik”ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya’ (https://www.bilgicik.com/yazi/turklerin-ana-yurdu/)da kurulan “Anav” medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türk (https://www.bilgicik.com/yazi/turk-adinin-anlami-turk-ne-demektir/)ler MÖ. XIV. yy’da Tik’ler , MÖ. VII. yy’da Anavlar ,MÖ IV yy’da Sakalar ile tarih kayıtlarında yer almaktadır.
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir.
MÖ. I yy’da Roma’lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala’nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan “Turcae” olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz.

Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy’da kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitablerinde yer alan “Türk” (https://www.bilgicik.com/yazi/turk-adinin-anlami-turk-ne-demektir/) adı daha çok “Türük” şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti’nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türkler’in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken,sonrada Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.

MS. 585 yılında Çin İmparatoru’nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi mektupta “Türk Devleti’nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklide geçmektedir. Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade ,siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir
alıntı

Yalın
22/12/2007, 01:55
türk'ün anlamı

Türk adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir. Çin kaynakları Tu-küe (Türk)’ü miğfer olarak , İslam kaynakları ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmiş,olgunlukçağı ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmiştir.

XIX. asırda A. Vambery’nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise Türk kelimesi “TÜREMEK”ten gelmektedir. Zira Gökalp bunu “TÜRELİ” yani kanun ve nizam sahibi olarak açıklamıştır.

Ancak Türk sözünün cins isim olarak “GÜÇ-KUVVET” manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin milletin adı olan “Türk” kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,aynı iddia G. Nemeth’in tetkikleri ile de ispat edilmiştir.

Ayrıca Türk kelimesinin cins isim olarak “ALTAYLI” (Ceyhu ötesi Turanlı) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yıllarına ait bir Pers metninde, daha sonradan 515 hadiseleri dolayısıyla “Türk-Hun”(Kudretli-Hun) tabirlerinin de geçtiği bilinmektedir.

İran kaynaklarında Türk sözü “Güzel İnsan” karşılığında kullanılırken, XI. yy’da Kaşkarlı Mahmut “Türk adının Türkler’e Tanrı tarafından verildiğini ” belirterek, “Gençlik,kuvvet,kudret ve olgunluk çağı” demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin “Güçlü-Kuvvetli” anlamına geldiğini kabul etmektedirler.
alıntı

Yalın
23/12/2007, 17:57
https://membres.lycos.fr/ecdad/osmanli/padi$ahlar/osmangazi_fichiers/1.jpe


OSMAN GÂZî

Osmanlı sultanlarının ilki. Dünyânın en uzun ömürlü hânedanının ve en büyük devletlerinden Osmanlı Devletinin kurucusu. 1258 tarihinde Söğüt’te doğdu. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzinin oğludur. İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. İslâmî ilimler öğretildi. Devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî tâlim ve terbiyeyle yetişti. Ertuğrul Gâzinin silâh arkadaşı ve kumandanlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinledi. Yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden îtibâren gazalara katılıp, zaferler kazandı, kumandanlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi. Bizans’ın hâkimiyetindeki Batı Anadolu cihat memleketi olduğundan, bölgede gazâ niyetiyle pekçok kumandan mücâhid, derviş ve her biri birer gönül sultanı şeyh ve âlim bulunuyordu. Osman Gâzi; Anadolu’nun İslâmlaştırılıp, Türkleşmesi faaliyetine katılan bu gönül sultanlarından, ahîlerden, Şeyh Edebâli’nin sohbetlerine katılıp, mâneviyâtını yükseltti. 1277 yılında, on dokuz yaşındayken bir gece rüyâsında; Şeyh Edebâli’nin böğründen bir ay çıkıp, göğsüne girdiğini, sonra göbeğinden, bütün âfâkı, gökyüzünü kaplayan bir ağacın çıktığını, yüksek dağ ve pınarlara gölge saldığını ve insanların ondan çok faydalandıklarını gördü. Rüyâsını Şeyh Edebâlî hazretlerine anlattı. Hocası; "Müjde ey Osman! Hak teâlâ sana ve senin evlâdına saltanat verdi. Bütün dünyâ, evlâdının himâyesinde olacak, kızım Mâl Hâtun da sana eş olacak." diyerek rüyâsını tâbir etti. On dokuz yaşındayken Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hâtun ile evlendi. Edebâlî’nin kızının Bâlâ Hâtun olduğu da rivâyet edilmiştir. Osman Gâzi cesâreti, zekâsı, cömertliği, İslâm dînine sadâkati ve tatbikatı herkesçe takdir edildiğinden babası tarafından Kayı boyu beyliğine aday gösterildi. Ertuğrul Gâzi, 1281 yılında vefât edince Kayı beyi oldu.
Anadolu Selçuklu Devletinin Bizans hududundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arâzisine hâkimdiler. Osman Gâzi, Kayı beyi olunca, hudut komşusu Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik Tekfuru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyâları Bilecik Tekfuruna emânet etmek, buna karşılık tekfura bâzı hediyeler sunmak geleneği vardı. Emânetin teslimi ve alınması, silahsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı. Aşîretlerin yaylaya çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl Tekfuru yollarını keserek, onlara zarar veriyor, bu yüzden sık sık çarpışmalar oluyordu. Osman Beyin kuvvet ve nüfûzunun devamlı arttığını gören İnegöl Tekfuru Nikola, komşularından tedbir alınmasını istedi. İnegöl Tekfurunun Bizanslılara ittifak teklifi, Bilecik Tekfuru tarafından Osman Gâziye haber verildi. Tekfur Nikola’nın, Pazarköy (Ermenibeli)de kuvvet topladığı tespit edilince, Osman Gâziye haber verildi. Tekfur Nikola’nın, Pazarköy’de kuvvet topladığı tespit edilince, Osman Gâzi, Kayı ileri gelenleri, kumandanlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahman Gâzi, Aykut Alp, Konur Alp ve Turgut Alp ile görüşme yaparak, İnegöl’ün fethine karar verdi. 1284’te Pazarköy’de meydana gelen muhârebede, Osman Gâzinin yeğeni Bay Hoca şehit düştü. Muhârebe ardından Kulaca Kalesi fethedildi. Mağlubiyet üzerine İnegöl Tekfuru ile Karacahisar Tekfuru birleştiler. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice (Ekizce)’de yapılan muhârebede, tekfurlar tekrar mağlup edildiler. Bu muhârebede de Osman Gâzinin kardeşiSarı Yatu (Sarı Batı) şehit oldu. Osman Gâzinin Ekizce muvaffakiyeti, Anadolu Selçuklu Sultânı Gıyâseddîn Mes’ûd Şah tarafından mükâfatlandırıldı. Gönderilen bir fermanla Söğüt Osman Gâziye yurt olarak verildi.
Sultandan aldığı duâ sonrasında gazâ akınlarını daha da hızlandıran Osman Gâzi, bir baskınla İnegöl Tekfurunu ve pekçok askerini öldürdü. İnegöl’den pekçok ganîmet aldı. İnegöl Tekfurunun öldürülmesi ve Osman Gâzinin devamlı genişlemesi, Bursa veİznik tekfurlarını telâşlandırdı. Osman Gâzinin Bizans tekfurlarına karşı tâkip ettiği siyâset; Anadolu Selçuklu Sultanlığınca takdir edilip, tekrar mükâfatlandırıldı. 1289’da bir fermanla Söğüt’e ilâveten Eskişehir ve İnönü tarafları verilip, mîrî vergiden muaf tutuldukları gibi Beylik alâmetlerinden alem, tuğ, kılıç ile gümüş takımlı at da gönderildi. Selçuklu sultanının hediyeleri alınıp, fermanı okununca Osman Gâzinin gazâ akınları iyice hızlandı. İznik’e akın tertiplendiyse de kale alınamadı pekçok ganîmetle dönüldü. Karacahisar ile Yarhisar tekfurları, Osman Gâzi aleyhine ittifak kurdular. 1291’de Karacahisar fethedilince, alınan ganimetlerin beşte biri Anadolu Selçuklu Devleti başşehri Konya’ya gönderilip, kalanlar muhârebeye katılan gâzilere dağıtıldı. 1292’de SakaryaIrmağının kuzeyine akın yapıldı. Bu akınlarda Sorgan Köyü, Göynük, Taraklı Yenicesi ve Mudurnu taraflarının askerî mevkileri tahrip edilip, pekçok ganîmet alındı. Osman Gâzi, gazâlarda alınan ganîmetleri hâlen kuruluş safhasında olan devletin ihtiyaçlarını tamamlamakta kullanıyor, kalanlarını muhârebelere katılan gâzilere dağıtıyordu. Osman Gâzinin teşkilâtlanmaya verdiği ağırlık 1298 yılına kadar devâm etti.
Osman Gâzinin ileriye dönük faaliyetleri, huduttaki Bizans tekfurlarını daha da telaşlandırdı. Bilecik Tekfuru da Osman Gâzi aleyhine ittifak içine girdi. Bizans-Rum tekfurları, Osman Gâziyi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, entrikaya başvurdular. Yarhisar Tekfurunun kızıyla evlenecek olan Bilecik Tekfurunun düğününe dâvet edip, öldürmeyi plânladılar. Osman Gâziye suikast tertibi, dostu Harmankaya Tekfuru Köse Mihal tarafından haber verildi. Gerekli tedbirleri alan Osman Gâzi, Bizans tekfurları ile berâber dâvet edildiği düğüne, hediye olarak kuzu sürüsü gönderdi. Düğün sonrası yaylaya çıkacağını bildirerek, eskiden olduğu gibi değerli eşyâlarının kadınlar vâsıtasıyla kaleye alınmasını istedi. Bilecik Tekfuru, Bizans tekfurlarıyla ittifâk hâlinde olduğundan Osman Gâzinin teklifini kabul edip, düğün yeri olan Çakırpınarı’na gitti. Osman Gâzi aşîretin eşyâsı yerine atlara silâh yükletip, harp hîlesiyle, kırk kadar gâziyi kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Aşîret kâfilesi Bilecik’e gidip, şehri ele geçirdi. Osman Gâzi de düğünden dönen tekfurları kurduğu pusuyla yenilgiye uğratıp, düğüne katılanların ve askerlerinin çoğunu öldürttü. Osman Gâziye karşı tertiplenen Bizans entrikası lehe çevrilip, gelin dâhil, düğüne katılanların bir kısmı esir alındı. Geline Nilüfer adı verilip, Osman Gâzinin oğlu Orhan Gâziye nikâhlandı. Fethe devam edilip, ertesi gün Yarhisar Kalesi kuşatıldı ve ele geçirildi. Osman Gâzinin kumandanlarından Turgut Alp ve gâziler de İnegöl’ü fethettiler.Osman Gâzi Batı Anadolu’da Bizans hududunda fetihlerde bulunurken, Moğol İlhanlılar da Anadolu’yu istilâ ettiler. İlhanlı Hükümdârı Gazan Han Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn Şahı İran’a götürdü. Bütün TürkiyeSelçuklu Devletinin toprakları, İlhanlıların eline geçti. İlhanlı zulmünden hicret eden birçok Anadolu Selçuklu emiri ve mâiyeti, Osman Gâzinin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Böylece Osman Gâzi 1281 yılından beri arâzisini devamlı genişletip, gazâ niyetiyle hizmetine katılanlarla devamlı güçlendi. Anadolu Selçuklu Sultanlığının fetret devrindeki iktidar boşluğundan faydalanan Türk beyleri istiklâllerini îlân ettiler. Osman Gâzi de iyice kuvvetlenmişti. 1299’da istiklâlini îlân edip, tâbîlikten kurtuldu. Osman Gâziye istiklâl âlâmetleri olan ferman, sancak, alem, tuğ, kılıç ve at ile takımı önceden verildiğinden, istiklâlini îlân etmesiyle, devlet teşkilâtının müesseselerini kurup, her kaleye subaşı, dizdar, kâdı tâyin etti. Köyler timar olarak sipâhilere dağıtıldı. Bu arada Yundhisar ve Yenişehir kaleleri fethedildi. Osman Gâzi, yeni fethedilen Yenişehir’i merkez hâline getirdi. Burada idârî, iktisâdî ve sosyal müesseseler inşâ ettirip, evler, dükkanlar, çarşı ve hamam yaptırdı. Devleti beş idârî bölgeye ayırdı. Her bölgenin idâresine güvendiği, kâbiliyetli ve âdil kumandanlar tâyin etti. Oğlu Orhan Beye Sultanönü, Gündüz Alp’e Eskişehir, Aykut Alp’e İnönü, HasanAlp’e Yarhisar, Turgut Alp’e İnegöl bölgelerinin idâresini verdi.
Netîcede dört yüz çadırla Türkiye Selçuklu-Bizans hududuna yerleştirilen Kayı Aşîreti, 1299’da Osman Gâzinin adına izâfeten Osmanlı hânedanı ve devletini kurmuş oldu. Osman Gâzi İslâm dîninin esaslarını, Türk örfünü teşkilât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştiriyordu. Teşkilât ve müessesesini kurarken, İslâm dîninin farzlarından cihat emrini de yapıyorlardı. Devamlı genişleyip, teşkilâtlanan Osmanlı tehlikesini huduttaki tekfurlarla hâlledemiyeceğini anlayan Bizans Kayseri İkinci Andronikos Poleologos, hassa kumandanlarından Musalon’u Osman Gâzi üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleriyle Osman Gâzi 1301’de İznik’in kuzeydoğusundaki Koyunhisar Kalesi mevkiinde karşılaştılar. 27 Temmuz 1301 târihinde yapılan Koyunhisar Muhârebesinde Osman Gâzi muzaffer oldu. 1302 yılında Köprühisar Kalesi fethedildi. 1303’te Yenişehir’in güneybatısındaki Marmaracık Kalesi fethedilip, İznik’in kuzeyindeki Katırlı Dağı eteğine kale yapıldı. Kaleye Taz Ali kumandasındaki yüz asker bırakılarak İznik ablukaya alındı. 1306’da Bursa Tekfurunun idâresindeki müttefik Bizans tekfurlarına karşı sefer yapıldı. Osman Gâzi müttefik Bizans tekfurlarının kuvvetini Dinboz’da mağlup etti. Kestel, Kite ve Ulubad kaleleri Osmanlıların eline geçti. 1306’da Osmanlılar, ilk defâ Ulubat tekfuruyla askerî antlaşma imzâladılar. Antlaşmaya göre; mülteci Kite Tekfuru Osmanlılara iâde edilecek, Türkler Ulubad Nehrini geçmeyecekti.
Osman Gâzinin Osmanlı arâzisini devamlı genişletmesi Bizanslıları telaşa düşürdü. Bizanslılar, İlhanlılarla akrabâlık kurarak, Osmanlı taarruzlarından kurtulmak istediler. Bizans Kayseri kızı Maria’yı İlhanlı hükümdarı Gazan Hana nişanladı. Onun ölümüyle de Olcaytu Hana nişanlayarak, kalelerini Osman Gâzinin taarruzlarından kurtarıp, Osmanlı hakimiyetindeki arâzilerin geri alınmasını ümit etti. Osman Gâzi, Bizans Kayserinin ittifak arayışı içinde olduğu zamanda da gazâlarını sürdürdü. 1307’de İznik kuşatılıp, Yalova’ya akın düzenlendi. BöyleceOsmanlılar denize ulaştı. 1308’de Marmara Denizindeki İmralı Adası fethedilip, deniz üssüne sâhip olundu. Bizans’ın Bursa ile deniz ulaşımı ve irtibatı kontrol altına alındı. İznik civârındaki Koçhisar fethedildi.Osmanlıların Bizans hududunda tesis ettiği âdil idâre; tekfurların zulmünden, vergilerin ağırlığından bıkan Hıristiyan ahâliden başka, kumandanların da takdirini kazanmıştı. Rumlar, Osman Gâzinin idâresine sığınmaya başladı. 1313’te Harmankaya Tekfuru Mihal deOsman Gâzinin maiyetine girip, Müslüman oldu. Köse Mihal Gâzi adını alarak, pekçok muhârebeye katıldı. Osmanlı Devletine çok hizmeti geçti. Marmara sâhilinden Karadeniz istikâmetinde gazâ akınlarına devâm eden Osmanlılar, 1313’te Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke, Hisarcık, Tekfurpınarı, Yenikale, Karagöz ve Yanıkçahisar kalelerini fethettiler. Bursa, Osmanlı arâzisi ortasında bırakıldı. Bursa ablukaya alınıp, Kaplıca ve Uludağ istikâmetlerine iki kale yapıldı. Kaplıca istikâmetindekinin kumandanlığına Osman Gâzinin yeğenlerinden Aktimur, Uludağ tarafındakine Balaban tâyin edilip, kalelere kumandanlarının isimleri verildi. 1313 yılından îtibâren Bursa kuşatmaya alındı. Moğol istilâsından Batı Anadolu’ya gelip, Kütahya’ya yerleşen Çavdarlı Aşîretinin Osmanlıya karşı yaptığı düşmanca hareketler, Osman Gâzinin oğlu Orhan Gâzi tarafından durduruldu. Oymahisar’da yapılan muhârebede Çavdaroğlu esir edilip, aşîretin saldırganları cezalandırıldı. 1317 yılında Orhan Gâzi ve kumandanlarından Konur Alp, Sakarya ve Karadeniz istikâmetindeki Karatekin, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci kalelerini fethedip, bu mevkileri Osmanlı hâkimiyetine aldılar. Akça Koca Sakarya Nehrinin batısından İznik Kalesine kadar olan mevkiyi fethetti. Buralara, adına izafeten, Koca-eli denildi. Osman Gâzinin, gençliğinden beri Rum ve düşman tecâvüzlerine karşı sürdürdüğü askerî hazırlığı ve mücâdelesi, devlet kurarken gerçekleştirdiği idârî ve siyâsî faaliyetler onu altmış yaşından îtibâren iyice yormaya başladı. Nikris (romatizma) hastalığından da muzdaripti. Gazâ akınlarıyla yetişip, yiğitliği, cesâreti, bilgisi ve dînine sadâkatiyle düşmanların korkusunu, Müslümanların takdirini kazanan oğlunun idâre tarzını sağlığında görebilmek için, son yıllardaki fetih hareketlerinde ve siyâsî hâdiselerde Orhan Gâziyi vazifelendirdi. 1321’de Orhan Gâziyi Mudanya, KaraTimurtaş Beyi de Gemlik seferine gönderdi. Mudanya feth edilip, Bursa ablukası daha da kuvvetlendi. Akınlara devam edilerek 1323’te Akyazı, Ayanköy, 1324’te Karamürsel, 1325’te Orhaneli denilen Atranos feth edildi. Osman Gâzi, 1314 yılından beri çevresini ablukaya alıp, kuşatma hâlinde tuttuğu Bursa’nın fethini görmek istiyordu. Orhan Gâzi 6 Nisan 1326 târihinde Bursa’yı fethedip, Osman Gâzinin ve Müslümanların arzusunu yerine getirdi. Gâzilerin akınları netîcesinde, Bolu, Kandıra, Ermenipazarı ve Devehisarı feth edildi. Bursa dâhil bütün fethedilen bölgeler îmar olunarak, sâhipsiz evler gâzilere dağıtıldı. Osmanlı teşkilât ve müesseseleri kuruldu. Hıristiyan ahâliden Osmanlı ülkesinde oturanlar, İslâm dîninin gayri müslimlerle alâkalı hukûku tatbik edilerek vergilendirildiler.
Osman Gâzinin, hastalığı Bursa’nın fethinden sonra arttı. Hocası Şeyh Edebâlî ve hanımı Mâl Hâtunun vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Beye vasiyetnâmesi, İslâmiyete olan sevgi ve saygısını, Türk milletinin rahat ve huzurunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça bildirmektedir.Vasiyetnâmenin özü şöyledir:
"Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemiyesin! Bilmediğini şerîat ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmiyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmiyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik davâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum."
Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarılmış, devletin 600 sene hiç değişmeyen anayasası olmuştur. Osman Gâzinin misâfir kaldığı evde Kur’ân-ı kerîm’e hürmeti, kurduğu Osmanlı Devletinin 623 yıl dîn-i İslâm ile idâre edilip, 620 yıllık iktidarıyla yorumlanır.
Osman Gâzi vasiyetini yaptıktan sonra 1 Ağustos 1326 târihinde Söğüt’te vefât etti. Kabri Bursa’dakiGümüşlü Kümbeddedir. Osman Gâzinin Orhan Beyden başka Alâeddîn Bey, ÇobanBey, Hâmid Bey, Melik Bey, Pazarlu Bey adında oğulları, Fatma Hâtun adında bir kızı vardı. Ölümünden sonra devletin başına oğlu Orhan Bey geçti. Osman Gâzi sâlih bir Müslüman olup, İslâm ahlâkının iyi ve güzel vasıflarına sâhipti. Az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle, Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlup edip, zaferler kazanan üstün bir kumandandı. Dünyânın en uzun ömürlü hânedanını ve en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi kurduğu hânedanla; üç kıta, yedi iklim, her çeşit ırk, dil, din, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı, bünyesinde Osmanlı adı altında toplayan, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerif veİslâm âlimlerince öğülen mânevî hizmetlerin mirasçısı ve idârecilik vasfının 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar nesillere intikalcisidir. Osmanlı Devleti şer’î meselelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince hâlletti. Kazâ merkezlerine, şehirlere tâyin edilen kâdılar, Hanefî mezhebine göre karar verirlerdi. Osman Gâzi zamânında askerî teşkilât Oğuz töresine göre olup, aşîret kuvvetlerine dayanıyordu.
Târihçilerin, Osman Gâzi ve kurduğu devlet hakkındaki ortak fikirleri özetle şöyledir:
Türk ve İslâm târihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Onlar, millî ve İslâmî mefkûrelerinin dâhiyâne terkibi, siyâsî istikrar ve sosyal adâletleri sâyesinde üç kıtanın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem dâvâsının en kudretli temsilcileri olmuşlardır.
Osmanlı hânedanı, dünyâda hiçbir âileye nasîb olmayan büyük ve dâhî pâdişâhları bir biri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmedi. Onu millî, İslâmî ve insânî idealler çerçevesinde milletin kalbini kazanarak cihân hâkimiyeti düşüncesinin de en sağlam teşkilâtı hâline getirdi. İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için îlân ettiği yüksek esaslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmanlı devrinde ulaşmıştır.
Osmanlı sultanları ilmi ve ilim adamlarını memleketlere sâhip olmaktan üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâimâ takdir edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânunların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. İşlerinde âlimlerle istişâre eylediler. Devlet nizamlarının hazırlanıp, düzenlenmesini ve teftişini onlara havâle edip, idârî mesûliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmanlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkideydi. Bu yüzden korkutmaya dayanmaktan çok, adâleti yerleştiren kânunlar yapıldı.
Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletlerarası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti. Osmanlı Devleti ve sultanlarının dâvâları da kendi tâbirleriyle "Nizâm-ı Âlem" üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, bu millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehditlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslâm dîni ve noun cihâd rûhundan alıyordu. Şeyh ve evliyânın himmetleriyle yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa’ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli’ne yayılıyordu. Bu aradaOsmanlı Devletinin kuruluş ve cihâd rûhunun yükselişinde tasavvuf da büyük kudret kaynağı idi. Gerçekten de Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükselişinde tasavvuf tarîkatleri, şeyhler, velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve haleflerinin etrâfı din adamları ve evliyâ ile dolmuş ve daha ilk günden Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almıştır.
Nitekim Osman Gâzi, dâmâdı olduğu büyük tasavvuf âlimi Şeyh Edebâlî’ye intisâb ederek her hususta onunla istişârede bulunurdu. Kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına da İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye etti. Bu vasiyete lâyıkıyla uyan Osmanlı sultanları, fethettikleri yerleri medrese, zâviye, imâret, dârülkurrâ ve türbelerle kutsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle dünyâya İslâmiyeti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.

Yalın
23/12/2007, 18:04
https://membres.lycos.fr/ecdad/osmanli/padi$ahlar/orhanGazi_fichiers/2.jpe


ORHAN GÂZî

Osmanlı sultanlarının ikincisi. 1281 yılında Söğüt’te doğdu. Babası Osmanlı Devleti ve hânedânının kurucusu Osman Gâzi, annesi Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hâtundur. İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. İyi bir eğitim ve öğretim gösterilerek büyütüldü. Gâzilerin gazâlarını ve meşhur İslâm mücâhidlerinin, âlimlerinin, evliyâların menkıbelerini dinleyerek şuurlandı. Osman Gâzinin kumandanları ve arkadaşlarından silah tâlimi gördü. Devrin silahlarını mahâretle kullanmasını ve muhârebe taktiklerini öğrendi. Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmet aldı. Küçük yaştan îtibâren devletin teşkilâtlanıp müesseseleşmesinde lâzım olan tecrübelere sâhip oldu.

Yalın
23/12/2007, 18:20
sırası ile osmanlı sultanları
Osmanlı Hanedanı soy ağacı

Osman Gazi (https://tr.wikipedia.org/wiki/Osman_Gazi)
(1258 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1258)-1326 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1326))


Orhan Gazi (https://tr.wikipedia.org/wiki/Orhan_Gazi)
(1281 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1281)-1360 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1360))

Hüdavendigar I. Murat (https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Murat)
(1326 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1326)-1389 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1389))

Yıldırım Bayezid (https://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1ld%C4%B1r%C4%B1m_Bayezid)
(1360 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1360)-1403 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1403))


Celebi I. Mehmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Mehmet)
(1389 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1389)-1421 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1421))


II. Murat (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Murat)
(1404 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1404)-1451 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1451))

Fatih Sultan Mehmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/Fatih_Sultan_Mehmet)
(1432 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1432)-1481 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1481))


II. Bayezid (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Bayezid)
(1447 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1447)-1512 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1512))

Yavuz Sultan Selim (https://tr.wikipedia.org/wiki/Yavuz_Sultan_Selim)
(1470 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1470)-1520 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1520))

Kanuni Sultan Süleyman (https://tr.wikipedia.org/wiki/Kanuni_Sultan_S%C3%BCleyman)
(1494 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1494)-1566 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1566))

Sarı II. Selim (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Selim)
(1524 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1524)-1574 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1574))

III. Murat (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Murat)
(1546 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1546)-1595 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1595))

III. Mehmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Mehmet)
(1566 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1566)-1604 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1604))

I. Ahmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Ahmet)
(1590 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1590)-1617 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1617))


I. Mustafa (https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Mustafa)
(1592 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1592)-1639 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1639))

Genç Osman (https://tr.wikipedia.org/wiki/Gen%C3%A7_Osman)
(1604 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1604)-1622 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1622))

IV. Murat (https://tr.wikipedia.org/wiki/IV._Murat)
(1612 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1612)-1640 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1640))

Deli I. İbrahim (https://tr.wikipedia.org/wiki/I._%C4%B0brahim)
(1615 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1615)-1648 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1648))

Avci IV. Mehmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/IV._Mehmet)
(1642 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1642)-1693 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1693))

II. Süleyman (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._S%C3%BCleyman)
(1642 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1642)-1691 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1691))

II. Ahmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Ahmet)
(1643 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1643)-1695 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1695))

II. Mustafa (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Mustafa)
(1664 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1664)-1703 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1703))

III. Ahmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Ahmet)
(1673 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1673)-1736 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1736))

I. Mahmut (https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Mahmut)
(1696 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1696)-1754 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1754))

III. Osman (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Osman)
(1699 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1699)-1757 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1757))

III. Mustafa (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Mustafa)
(1717 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1717)-1774 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1774))

I. Abdülhamit (https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Abd%C3%BClhamit)
(1725 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1725)-1789 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1789))

III. Selim (https://tr.wikipedia.org/wiki/III._Selim)
(1761 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1761)-1808 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1808))

IV. Mustafa (https://tr.wikipedia.org/wiki/IV._Mustafa)
(1779 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1779)-1808 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1808))

II. Mahmut (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Mahmut)
(1785 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1785)-1839 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1839))

Abdülmecit (https://tr.wikipedia.org/wiki/Abd%C3%BClmecit)
(1823 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1823)-1861 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1861))

Abdülaziz (https://tr.wikipedia.org/wiki/Abd%C3%BClaziz)
(1830 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1830)-1876 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1876))


V. Murat (https://tr.wikipedia.org/wiki/V._Murat)
(1840 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1840)-1904 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1904))

II. Abdülhamit (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Abd%C3%BClhamit)
(1842 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1842)-1918 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1918))

Resat V. Mehmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/V._Mehmet)
(1844 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1844)-1918 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1918))

Vahidedin VI. Mehmet (https://tr.wikipedia.org/wiki/VI._Mehmet)
(1861 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1861)-1926 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1926))


II. Abdülmecit (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Abd%C3%BClmecit)
Son halife
(1868 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1868)-1944 (https://tr.wikipedia.org/wiki/1944))

alıntıdır

fox41
23/12/2007, 20:19
Paylaşim için teşekkurler emegine saglık iyi bilgiler bunlar

kara_yılan_41
23/12/2007, 20:39
emegıne saglık hepımızın bılmesı gerekenler bunlar.....

Yalın
30/12/2007, 23:29
İstanbul’un Paşaları

Abbas Paşa
Heybeliada'daki Abbaspaşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunu Prens Abbas Hilmi Paşa 'dan adını almıştır.
Abdülezel Paşa
Unkapanı'ndan Fener'e giden Abdülezelpaşa caddesinin adı Osmanlı ordusuna 1853 Kırım Savaşı'nda nefer olarak girip 1897 Yunan Savaşı'nda paşa olarak katılan fakat şehit düşen Abdülezel'den geliyor.

Abraham Paşa
Beykoz'daki Abrahampaşa Korusu, II. Abdülhamit'in Şura-yı Devlet üyesi yaptığı Ermeni asıllı diplomat Abraham Eramyan 'dan geliyor; Abraham Paşa'nın koruyu, II. Abdülhamit'le oynadığı bir tavla partisinde kazandığı söyleniyor.

Ahmet Paşa (Paşabahçe)
Paşabahçe'ye adını veren paşa, Deli İbrahim 'in sadrazamı Ahmet Paşa. Ahmet Paşa, Boğaz'ın bir ucunda, geniş bir arazinin içinde kendine bir kasır yaptırıyor. Çevresi bağ, bahçe... Yöre, ''Paşanın Bahçesi'' diye anılıyor ve sonradan Paşabahçe oluyor. Ahmet Paşa, Hezarpare Ahmet Paşa adıyla tarihe geçiyor. Hezarpare, bin bir parça anlamına geliyor. Paşa'yı, isyancılar 7 Ağustos 1648'te parçalayarak öldürdükten sonra cesedini parçalara ayırıyor...

Amcazade Hüseyin Paşa
Fatih'te 17. yüzyıl sonundan kalma külliyesi, Anadoluhisarı'nda yalısı ve korusu olan Amcazade Hüseyin Paşa , II. Mustafa'nın sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa'nın biraderinin oğlu oluyor.

Atik Ali Paşa
II. Beyazıt'ın başka bir sadrazamı, 1511'de öldürülen Atik Ali Paşa da Fatih'in Atikalipaşa semtine adını veriyor...

Ayas Mehmet Paşa
Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı Ayas Mehmet Paşa , Taksim'deki Ayaspaşa'ya adını veren kişi. 1539'da makamında eceliyle ölen Mehmet, Yeniçeri ocağından yetişiyor..

Davut Paşa
II. Beyazıt 'ın sadrazamlarından Davut Paşa, 1498'de uçsuz bucaksız bir arazi içine yaptırdığı ''taş köşk'' ile Davutpaşa'ya adını veriyor. Davutpaşa Sahrası olarak bilinen bölge, II. Mahmut'un 1832'de Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerleri için yaptırdığı kışla ile askeri bir kimlik kazanıyor. Sahradan kışlaya Davutpaşa günümüzde Yıldız Teknik Üniversitesi'nin kampüslerinden biri oluyor...

Ferhat Paşa
Otogara ad olan Ferhat Paşa , Kanuni'nin şehzadesi Mehmet 'in kızı Hümaşah 'la evlenip saraya damat oluyor. Macaristan'dan devşiriliyor; hat sanatçısı olarak tanınıyor...

Fethi Paşa
Üsküdar'daki Fethipaşa Korusu adını, II. Mahmut ile Abdülmecit döneminin vali ve elçilerinden Fethi Paşa 'dan alıyor. Rodosizade Damat Fethi Ahmet Paşa, Abdülmecit'in kız kardeşi Atiye Sultan'la evleniyor. Tophane müşiri iken, Aya İrini'yi eski silahların kaldırıldığı bir ambar olmaktan çıkarıp çeşitli illerden toplattığı arkeolojik eserlerle donatarak müzeye dönüştürüyor.
İstanbul'da ilk müzenin temellerini atan Paşa, 1847'de de Sultanahmet Meydanı'nda ilk arkeolojik kazıları başlatıyor.

Gazi Osman Paşa
Gaziosmanpaşa'ya adını veren Gazi Osman Paşa ise 1878 Rus Savaşı'nda Ruslara esir düşmesine karşın Plevne savunması ile kahraman olan komutan. Ancak Gazi Osman Paşa'nın Gaziosmanpaşa ile bir ilgisi bulunmuyor. Taşlıtarla adıyla anılan bölge 20. yüzyılın ikinci yarısında gecekondularla doluyor ve 1963'te ilçe yapılmasına karar verildiğinde Gaziosmanpaşa'nın adını alıyor.

Gedik Paşa
Fatih Sultan Mehmet 'in kaptanı deryası ve Mahmut Paşa'nın yerine sadrazam yaptığı Gedik Ahmet Paşa'nın adı Eminönü'ndeki Gedikpaşa'da kalıyor.

Hasan Paşa
Kadıköy'deki Hasanpaşa mahallesi, 17. yüzyılda Kızlarağası Mısırlı Osman Ağa'nın mülkü olarak geçiyor ve herhangi bir paşanın adını taşımıyor. 1882'de II. Abdülhamit'in Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa, burada yanan bir caminin yerine yenisini yaptırıyor. Bölge yine herhangi bir kişinin adını taşımıyor. 1930 yılında bölgede yeni bir mahalle kurulurken caminin kitabesindeki bahriye nazırından ''Hasanpaşa'' adı veriliyor.

Haydar Paşa
Haydarpaşa'nın kimliği tam bilinmiyor. Ancak, Kanuni döneminde Mimar Ağa Ocağı'nda yetişmiş ve Kanuni'ye Üsküdar'daki Kavak Sarayı'nı yapmış Mimar Koca Haydar Paşa'nın adı ağır basıyor.

Kasım Paşa
Kanuni'nin bölgenin imarıyla görevlendirdiği Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi Güzelce Kasım Paşa, görevinde başarılı oluyor ki onca kaptan-ı derya arasında adını Kasımpaşa'ya bırakıyor...

Koca Mustafa Paşa
Fatih'in büyük mahallelerinden Kocamustafapaşa'nın adı, II. Beyazıt'ın son sadrazamı Koca Mustafa Paşa'dan geliyor. Paşa, 1511'de sadrazam oluyor, 1512'de II. Beyazıt ölüyor; Paşa, Yavuz Sultan Selim'in gözünden düşüyor ve Bursa'ya sürülüp idam ediliyor...

Küçük Mustafa Paşa
Cibali ile Fener arasındaki Küçükmustafapaşa ise ''daltaban'' olarak da anılan Bozoklu Küçük Mustafa Paşa ... 17. yüzyılda yaşayan Paşa, II. Mustafa'ya ancak dört ay sadrazamlık yapabiliyor.

Mahmut Paşa
Osmanlı döneminde İstanbul'da bir semte adını veren ilk paşa sanırım Mahmut Paşa oluyor. Fetihten dokuz yıl sonra Kapalıçarşı'nın alt kısımlarında 265 dükkanlı bir çarşı kuruyor. Cami, hamam, han, medrese, mahkeme, tekke, çeşme yaptırıyor. Mahmut Paşa, devşirme bir Rum; II. Murat döneminde Edirne Sarayı'nda yetişiyor. II. Mehmet 'in yanında İstanbul'un fethine katılıyor. Fetihten hemen sonra başı vurulan Çandarlı Halil Paşa'nın yerine sadrazam oluyor. Dört yıl sonra azlediliyor, Zağanos Paşa'nın kızlarıyla evlendikleri için II. Mehmet'le Mahmut Paşa bacanak oluyor. 1473'te tekrar sadrazamlığa getiriliyor ve bir yıl sonra da bacanağı tarafından başı vurduruluyor...

Mehmet Paşa (Cerrah Paşa)
Hastanesi ve tıp fakültesi ile ünlü Cerrahpaşa'nın adı III. Mehmet 'in sadrazamı Cerrah Mehmet Paşa'dan geliyor. Mehmet Paşa'nın cerrahlığı ise III. Mehmet'i şehzadeliği sırasında sünnet etmesinden. Paşa'nın sadrazamlığı dokuz ay sürüyor ve azlediliyor. Cerrahi ya da idari bir başarısı olmamasına karşın yaptırdığı külliye ile semte adını veriyor. Bayrampaşa'ya adını veren Bayram Paşa , IV. Murat'ın sadrazamlarından oluyor...

Piyale Paşa
Kanuni, Selim'den torunu Gevher ile evlendirip saraya damat olarak aldığı Piyale Paşa'ya da Kasımpaşa ile Okmeydanı arasındaki bölgenin imara açılmasını buyuruyor; Piyalepaşa semti, sonradan II. Selim'in kaptanı deryası olan Piyale Paşa'nın yaptırdığı külliye ile ortaya çıkıyor...

Sinan Paşa
Beşiktaş'taki Sinanpaşa adı, Kanuni'nin sadrazamlarından Rüstem Paşa'nın kardeşi kaptanı derya Sinan Paşa 'dan adını almıştır.

Sivayuş Paşa
Eminönü'ndeki Siyavuşpaşa da II. Selim'in kızı Fatma Sultan'la evlenip önce saraya damat sonra da III. Murat'a üç kez sadrazam olan Hırvat veya Macar asıllı devşirme Siyavuş Paşa 'dan geliyor.

Süreyya Paşa
Kadıköy'de bir zamanlar plajı ile ünlü Süreyyapaşa, II. Abdülhamit'in Harbiye Nazırı Rıza Paşa'nın oğlu Süreyya Paşa oluyor. Süreyya Paşa, Birinci Dünya Savaşı çıkmadan askeriyeden istifa edip ticarete atılıyor. Kurtuluş Savaşı sırasında Kadıköy'de Türk okullarına yardım toplamak amacıyla müsamere düzenlemek istediğinde Rumlar, tek sinema Apollon'u vermeyince Süreyya Sineması'nı kuruyor.

Zühtü Paşa
Kadıköy'de Fenerbahçe Stadı'nın karşısındaki Zühtüpaşa mahallesine adını veren paşa II. Abdülhamit'in Maliye ve Maarif Nazırı Ahmet Zühtü Paşa. 50 dönüm arazi içinde 40 odalı bir köşk yaptırıp Kızıltoprak'a yerleşiyor. Rivayet o ki, okullar olmasa maarifi ne güzel idare edeceğini söyleyen paşa, Zühtü Paşa.
alıntı